İsrail denince akla pek çok şey geldiğinden eminim. Semavi dinler için kutsal olan Kudüs, Müslümanlar için çok önemli Mescid-i Aksa, Akdeniz'in en canlı, en yaşayan şehri Tel Aviv, durumu günümüzde de kritikliğini koruyan Filistin. İtiraf etmem gerekirse, benim de aklımda bunlardan fazlası yoktu. Gitme hayali kurduğum onlarca ülke vardı belki, ama İsrail hiç onlardan biri olmamıştı. Hayat hiçbir zaman planlarımız ve hayallerimiz doğrultusunda gitmediğinden, bir şekilde yolum İsrail'e düşmüştü, bundan elbette şikayetçi değildim. Yeni bir yere gidecek olmanın heyecanıyla araştırmaya giriştim, nerede ne yapılır soruşturdum. Ama dedim ya, hiçbir zaman planlarımız onları yaptığımız şekilde ilerlemez, seyahat ise hep sürprizlere gebedir. İşte bizim de seyahatimizin sürprizi Masada oldu, İsrail denince akla gelen onca şeyden bağımsız olarak.
Gezimizin ikinci gününde, Kudüs'teki otelimizden ayrıldık. Amacımız, Tel Aviv'e gitmeden önce Filistin'e geçmek,sonrasında da deniz seviyesinin 400 metre aşağısındaki, dünyanın tuz oranı en yüksek üçüncü gölü olan Lut Gölü'nü görmekti. Eski şehir yakınlarında bir taksiciyle anlaştık, bize Lut Gölü - Masada - Jericho şeklinde bir rota çizdi. Biraz pazarlıkla, biraz da ısrarla Bethlehem'i de ekledik ve yola çıktık.
İlk durağımız, Kudüs'e 10 km mesafedeki Bethlehem, Arapça ismiyle Beytüllahim idi. Burası Hz. İsa'nın doğduğu şehir olarak biliniyor, İsa'nın doğduğu kilise de bu şehirde olduğundan, oldukça turistik bir bölge olduğu söylenebilir. Vakit darlığından Beytüllahim'i detaylıca gezme fırsatımız olmadı, hızlı bir turla kiliseyi, şehrin ana meydanını ve meydana çıkan sokakları dolaştık. Beytüllahim, ayrı bir yazının konusu.
Beytüllahim'den çıkıp yola koyulduk, rotamızı güneye çevirdik. Güneye indikçe coğrafya değişmeye başladı. Batı Şeria toprakları'ndan İsrail'in güneyine doğru seyrederken, bir yanımızda Lut Gölü göründü, yol kenarında deniz seviyesinden gittikçe aşağı indiğimizi gösteren levhalar başladı. Artık Necef Çölü'nün ortasındaydık, etrafta yalnızca sıcağa dayanabilen palmiye ağaçları ve bize eşlik eden Lut Gölü vardı. Lut Gölü'nün karşı kıyısı Ürdün, iki ülke arasındaki sınır buradan geçiyor, yakınlığına şaşırıyoruz.
Yaklaşık bir buçuk saat sürenin ardından Masada'ya vardık. Bu noktada artık her şeyin kontrolüm dışında geliştiğini söyleyebilirim, Masada rotamızda yalnızca bir durakken, çölün ortasında aşmamız gereken bir dağ oluverdi. Ufak bir şaşkınlığın ardından kendimizi giriş ve tek yön (bu tek yön kısmı önemli) teleferik bileti alırken bulduk. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzarayı unutacağımı hiç sanmıyorum, kocaman bir dağ, kupkuru, sapsarı... Uzaktan bakınca bir şeride ip gibi dizilmiş insanlar, daha çok karıncalara benziyorlar. Teleferiğe girmeden önce bir salona alınıyoruz, ufak bir film gösterimi var teleferikle çıkacağımız ve daha sonra yayan ineceğimiz dağ hakkında. Masada hakkında edineceğim ilk bilgiler oluyor bunlar.
Hikayeye göre Masada, Romalıların zulmünden kaçan Yahudilerin sığındığı bir tepe. Çıktığınızda buradaki kaleyi ve kalıntıları görüyorsunuz. 70 yılında Kudüs'ü ele geçiren Romalılar, güneye ilerliyorlar ve her şey böyle başlıyor. Üç senelik kuşatmada Yahudiler Romalılara direnmişler, ölünceye kadar savaşmaya ant içmişler. Masada'yı ele geçirmek için son bir hamle ile suni bir yamaç yaptıran Romalılar, buraya saldırmış ve günümüzde hala anlatılan olay gerçekleşmiştir. Yahudiler, toplu intihara karar vermiş ve aralarında 10 kişi seçerek onları bunun için görevlendirmiş. "Bırakın karılarımız kötü yola düşmeden bizden önce ölsünler, bırakın çocuklarımız ölsün, köleliğin acısını tatmadan... Onları öldürdükten sonra karşılıklı olarak birbirimizi öldürelim" diyerek toplu intihar gerçekleştirmişler. 960 kişinin öldüğü Masada'da, yalnızca 2 kadın ve 5 çocuk kurtuluyor, bu hikayeyi de tanıklar anlatıyor.
Kısa filmi izledikten sonra teleferiğe geçiyoruz. Burada belirtmekte fayda görüyorum, biz Kasım ayında gittiğimiz için mevsimsel olarak şanslıydık, fazla sıcağa maruz kalmadık. Rehberimiz, yazın burada havanın 50 dereceye kadar yaklaştığını söyledi. Uygun giyinmekte, mutlaka ama mutlaka spor ayakkabıyla gitmekte fayda var. Güneşten korunmak için şapka, gözlük şart. Elbette içme suyu da. Yükseklik korkunuz varsa hiç tavsiye etmem, ben seyahatimizin sürpriz durağı, bu yazının yıldızı Masada'yı bilsem büyük ihtimalle ya hiç girmezdim, ya da çift yön teleferik bileti alırdım. Teleferikler sağlam, o konuda rahat olabilirsiniz ancak yol son raddede oldukça dikleşiyor, aşağısı ise uçsuz bucaksız çöl, baya korkutucu. Sadece giriş ücreti verip teleferik kullanmadan dağa tırmanıp tekrar inebilirsiniz, ama tırmanan hiç görmedim. Teleferikle çıktıktan sonra tepede kale ve diğer kalıntıları görüyorsunuz, Yahudi direnişiyle gurur duyarcasına dalgalanan kocaman İsrail bayrağını, çölü ve uzaklarda Lut Gölü'nü. Manzara görülmeye değer. Yukarıda biraz soluklanıp, su şişelerimizi doldurduktan sonra inişe geçiyoruz, bizim -özellikle benim- direnişimiz de burada başlıyor.
Yaklaşık 600 metre uzunluğundaki dağdaki patika yoldan inmeye başlıyoruz. Benim korkudan dizlerim titriyor, aşağıya bakmamaya çalışıyorum. Arkadaşlarım ayakkabılarından şikayetçi, sanki düz yoldaymış gibi hızla giden Yahudi çocukları yavaşlatarak iniyoruz aşağı. İyi bir trekkingci iseniz muhteşem bir yol, fotoğrafçıysanız zor bulunan manzara. Ben kendim için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, dura dinlene indiğim yolda, bir an hiç bitmeyecek gibi hissediyorum, teleferiktekilere imrenerek bakıyorum. Biraz korkuluklardan, daha çok arkadaşlarımdan yardım alarak iniyorum. İnerken kaç grup tarafından sollandık, üzerimizde kaç teleferik sefer yaptı bilmiyorum. Bana yıllar gibi gelen bir sürenin ardından düzlüğe ulaştık. Artık rahattık, en azından kendi tarihimizde bir Masada trajedisi olmayacaktı.
Tüm zorluklarına, yaşadığım korkuya rağmen Masada benim için güzel bir deneyimdi. İsrail'in hiç bilmediğim bir yönüyle tanıştım, Masada'dan çok şey öğrendim, en çok da direnmeyi. Teleferikle insem aynı derecede etkili olur muydu, emin değilim. Yahudi direnişinin sembolü olan Masada günümüzde de İsrail devleti açısından çok önemli. Bugün okul çağındaki tüm çocuklar Masada'yı ziyaret ediyor, askerler burada yemin ediyorlar. Sizin de yolunuz düşerse Masada'ya uğrayın, şerefleriyle ölmeyi tercih eden Yahudilere kulak verin derim.
"Masada bir daha düşmeyecek..."
Gezimizin ikinci gününde, Kudüs'teki otelimizden ayrıldık. Amacımız, Tel Aviv'e gitmeden önce Filistin'e geçmek,sonrasında da deniz seviyesinin 400 metre aşağısındaki, dünyanın tuz oranı en yüksek üçüncü gölü olan Lut Gölü'nü görmekti. Eski şehir yakınlarında bir taksiciyle anlaştık, bize Lut Gölü - Masada - Jericho şeklinde bir rota çizdi. Biraz pazarlıkla, biraz da ısrarla Bethlehem'i de ekledik ve yola çıktık.
İlk durağımız, Kudüs'e 10 km mesafedeki Bethlehem, Arapça ismiyle Beytüllahim idi. Burası Hz. İsa'nın doğduğu şehir olarak biliniyor, İsa'nın doğduğu kilise de bu şehirde olduğundan, oldukça turistik bir bölge olduğu söylenebilir. Vakit darlığından Beytüllahim'i detaylıca gezme fırsatımız olmadı, hızlı bir turla kiliseyi, şehrin ana meydanını ve meydana çıkan sokakları dolaştık. Beytüllahim, ayrı bir yazının konusu.
Beytüllahim'den çıkıp yola koyulduk, rotamızı güneye çevirdik. Güneye indikçe coğrafya değişmeye başladı. Batı Şeria toprakları'ndan İsrail'in güneyine doğru seyrederken, bir yanımızda Lut Gölü göründü, yol kenarında deniz seviyesinden gittikçe aşağı indiğimizi gösteren levhalar başladı. Artık Necef Çölü'nün ortasındaydık, etrafta yalnızca sıcağa dayanabilen palmiye ağaçları ve bize eşlik eden Lut Gölü vardı. Lut Gölü'nün karşı kıyısı Ürdün, iki ülke arasındaki sınır buradan geçiyor, yakınlığına şaşırıyoruz.
Yaklaşık bir buçuk saat sürenin ardından Masada'ya vardık. Bu noktada artık her şeyin kontrolüm dışında geliştiğini söyleyebilirim, Masada rotamızda yalnızca bir durakken, çölün ortasında aşmamız gereken bir dağ oluverdi. Ufak bir şaşkınlığın ardından kendimizi giriş ve tek yön (bu tek yön kısmı önemli) teleferik bileti alırken bulduk. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzarayı unutacağımı hiç sanmıyorum, kocaman bir dağ, kupkuru, sapsarı... Uzaktan bakınca bir şeride ip gibi dizilmiş insanlar, daha çok karıncalara benziyorlar. Teleferiğe girmeden önce bir salona alınıyoruz, ufak bir film gösterimi var teleferikle çıkacağımız ve daha sonra yayan ineceğimiz dağ hakkında. Masada hakkında edineceğim ilk bilgiler oluyor bunlar.
Hikayeye göre Masada, Romalıların zulmünden kaçan Yahudilerin sığındığı bir tepe. Çıktığınızda buradaki kaleyi ve kalıntıları görüyorsunuz. 70 yılında Kudüs'ü ele geçiren Romalılar, güneye ilerliyorlar ve her şey böyle başlıyor. Üç senelik kuşatmada Yahudiler Romalılara direnmişler, ölünceye kadar savaşmaya ant içmişler. Masada'yı ele geçirmek için son bir hamle ile suni bir yamaç yaptıran Romalılar, buraya saldırmış ve günümüzde hala anlatılan olay gerçekleşmiştir. Yahudiler, toplu intihara karar vermiş ve aralarında 10 kişi seçerek onları bunun için görevlendirmiş. "Bırakın karılarımız kötü yola düşmeden bizden önce ölsünler, bırakın çocuklarımız ölsün, köleliğin acısını tatmadan... Onları öldürdükten sonra karşılıklı olarak birbirimizi öldürelim" diyerek toplu intihar gerçekleştirmişler. 960 kişinin öldüğü Masada'da, yalnızca 2 kadın ve 5 çocuk kurtuluyor, bu hikayeyi de tanıklar anlatıyor.
Kısa filmi izledikten sonra teleferiğe geçiyoruz. Burada belirtmekte fayda görüyorum, biz Kasım ayında gittiğimiz için mevsimsel olarak şanslıydık, fazla sıcağa maruz kalmadık. Rehberimiz, yazın burada havanın 50 dereceye kadar yaklaştığını söyledi. Uygun giyinmekte, mutlaka ama mutlaka spor ayakkabıyla gitmekte fayda var. Güneşten korunmak için şapka, gözlük şart. Elbette içme suyu da. Yükseklik korkunuz varsa hiç tavsiye etmem, ben seyahatimizin sürpriz durağı, bu yazının yıldızı Masada'yı bilsem büyük ihtimalle ya hiç girmezdim, ya da çift yön teleferik bileti alırdım. Teleferikler sağlam, o konuda rahat olabilirsiniz ancak yol son raddede oldukça dikleşiyor, aşağısı ise uçsuz bucaksız çöl, baya korkutucu. Sadece giriş ücreti verip teleferik kullanmadan dağa tırmanıp tekrar inebilirsiniz, ama tırmanan hiç görmedim. Teleferikle çıktıktan sonra tepede kale ve diğer kalıntıları görüyorsunuz, Yahudi direnişiyle gurur duyarcasına dalgalanan kocaman İsrail bayrağını, çölü ve uzaklarda Lut Gölü'nü. Manzara görülmeye değer. Yukarıda biraz soluklanıp, su şişelerimizi doldurduktan sonra inişe geçiyoruz, bizim -özellikle benim- direnişimiz de burada başlıyor.
Yaklaşık 600 metre uzunluğundaki dağdaki patika yoldan inmeye başlıyoruz. Benim korkudan dizlerim titriyor, aşağıya bakmamaya çalışıyorum. Arkadaşlarım ayakkabılarından şikayetçi, sanki düz yoldaymış gibi hızla giden Yahudi çocukları yavaşlatarak iniyoruz aşağı. İyi bir trekkingci iseniz muhteşem bir yol, fotoğrafçıysanız zor bulunan manzara. Ben kendim için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, dura dinlene indiğim yolda, bir an hiç bitmeyecek gibi hissediyorum, teleferiktekilere imrenerek bakıyorum. Biraz korkuluklardan, daha çok arkadaşlarımdan yardım alarak iniyorum. İnerken kaç grup tarafından sollandık, üzerimizde kaç teleferik sefer yaptı bilmiyorum. Bana yıllar gibi gelen bir sürenin ardından düzlüğe ulaştık. Artık rahattık, en azından kendi tarihimizde bir Masada trajedisi olmayacaktı.
Tüm zorluklarına, yaşadığım korkuya rağmen Masada benim için güzel bir deneyimdi. İsrail'in hiç bilmediğim bir yönüyle tanıştım, Masada'dan çok şey öğrendim, en çok da direnmeyi. Teleferikle insem aynı derecede etkili olur muydu, emin değilim. Yahudi direnişinin sembolü olan Masada günümüzde de İsrail devleti açısından çok önemli. Bugün okul çağındaki tüm çocuklar Masada'yı ziyaret ediyor, askerler burada yemin ediyorlar. Sizin de yolunuz düşerse Masada'ya uğrayın, şerefleriyle ölmeyi tercih eden Yahudilere kulak verin derim.
"Masada bir daha düşmeyecek..."
Fotoğraflar: Aykut Güngör