Bundan bir hafta öncesine kadar anlatacak yeni hikayelerim vardı oysa. Şimdi sanki o bir hafta önceki kız ben değilmişim gibi geliyor. O kadar dolu bir haftaydı benim, ve hepimiz için.
Birilerinin deyimiyle "sökülen üç beş ağaç için", doğru deyimiyle Gezi Parkı için olanları ilk gününden beri takip ediyorum. Her şey 31 Mayıs'ta patlak verdi ama, aslında direniş 28 Mayıs'ta başladı, sessizce. İnsanların hep beraber sakince oturduğu, kitaplarını okuduğu, gitarlarını çalıp şarkılarını söyledikleri bir yerdi Gezi Parkı. Ardından işin seyri bir anda değişti. Sabahın 5'inde, saldırılarla, çadırları yakılarak uyandı insanlar. Sonrasını hepimiz biliyoruz, ama eksik, ama fazla.
Daha önce de bahsettim, Mayıs ayını çok severim. Yazın başlangıcıdır benim için. Fakat hiç böyle bir Mayıs geçirmemiştim. 1 Mayıs'taki İşçi Bayramında olanlarla başladık, Reyhanlı Patlaması, Alkol "Düzenlemesi", Üçüncü Köprü ve son olarak Gezi Parkı geldi. Belki daha söylenecek çok şey var, ama genel hatlarıyla Mayıs ayı böyle geçti bizim için.
Gezi Parkı'nın ilk direnişçileri de olayların bu noktaya geleceğini tahmin etmemiştir bana göre. Her ne kadar olaylar Gezi Parkı'ndan çıktıysa da, halkın "Yeter" çığlığıydı aslında. İdeolojik derseniz, o da olur. Herkes aynı ideolojiyi savunmak zorunda değil. Anlatamadığımız nokta bu.
İlk etapta 31 Mayıs çok zor geçti benim için. İstanbul'da olanları Twitter'da an be an izledim, neredeyse başka hiçbir şey yapmaksızın. Gelen her fotoğrafta, her videoda ağlıyordum. Medyanın suskunluğunu, siyasilerin suskunluğunu, polisin orantısız gücünü anlatıp herkesin konuştuklarını burada tekrarlamayacağım. Şu an burada yazıyor olmak bile benim için çok zor. Çünkü bir hafta önceki kız değilim artık. Konuşamıyorum, gülemiyorum, paylaşamıyorum. Orada değilim, orada olamıyorum. Dünyanın en aciz duygularından biri de, kendi ülkende olup biteni yabancı basından takip etmek olsa gerek. En az gördüğüm fotoğraflar, videolar kadar incitti bu beni. O gün nasıl uyuduğumu, daha doğrusu nasıl sızdığımı hatırlamıyorum bile.
1 Haziran'da olaylar diğer şehirlere de sıçradı, bunlardan biri de benim bulunduğum şehirde gerçekleşti. Apolitik bir insan değilim, siyasetle yatıp kalkan bir insan da değilim, çok şükür düşünebiliyorum ve kendi fikirlerim var. Bu yüzden gittiğim ilk eylemdi. Önceki günün aksine üzerime bir kararlılık çökmüştü. Bilenler bilir, fiziken pek güçlü biri sayılmam. Sizin aldığınız basit bir darbe, benim kemiklerimi kırabilir. Buna rağmen içimde en ufak bir korku olmadı, lenslerimi çıkarıp gözlüklerimi taktım, sanki her zaman yaptığım bir şeymiş gibi, maske görevini görsün diye aldığım bir şal, ve çantama attığım bir limonla çıktım evden. Başta her şey normal başladı, bildiriler, sloganlar ve yürüyüş. Yine bilenler bilir, Balıkesir'in merkezi avuç içi kadar yer. Milli Kuvvetlerden Anafartalar'a, oradan Altı Eylül pasajından Akp il binasına doğru ilerlersiniz. Polis tabi ki barikatını o kısma kurmuştu. O an anladım ki, polis bizi korumuyor. Polis Akp binasını koruyor. İçinde hiç kimsenin olmadığı bir bina! Sonrasını fazla detaylı anlatmaya gerek yok. Bizim Toma'mız yoktu ama olanlardan nasibimizi aldık.
Günlerdir devam ediyor. Her an, her saniye yeni şeyler duyuyoruz. Kimisi doğru, kimisi yanlış. Olaylar çarpıtılmaya çalışıyor. Anlatılacak çok şey var, ama kelimelerimin bittiği yerdeyim. Dün ilk defa, birkaç saatliğine sosyal medyadan uzaklaştım. Biraz gülecek oldum, hemen kendimi suçlu hissettim. Normal hayatı tuhaf buldum. Canım hiçbir şey yapmak istemedi. Günler uzadı, ne adam gibi uyuyabildim, ne de yemek yiyebildim. Sürekli Gezi Parkında, Taksim'de, Beşiktaş'ta, Kızılay'da, Gündoğdu'da olduğum için mi? Hayır. Ama aslında hepsindeyim, kafamı oradan başka hiçbir yere veremiyorum. Ne iki satır bir şey okuyabiliyorum, ne de bir şey izleyebiliyorum. Arka fonda Halk tv-Cem tv-Ulusal Kanal üçlüsünden birinin olmasına o kadar alıştım ki, bir an Atv'yi görünce yadırgadım. Değiştirmek için dayanılmaz bir istek duydum. İzleyemiyorum artık hiçbir kanalı. Zaten televizyonla arası olan biri değilim, artık tahammül bile edemiyorum. Bundan sonra da ne o kanalları, ne de onların gazetelerini okuyacağımı sanmıyorum.
Anlatacak çok şey var ama nasıl toparlayacağımı bilmiyorum bu gece. Hangisini anlatayım, henüz ölen Abdullah Cömert'i mi, kulağı kopan, gözü çıkan insanları mı, Kuğulu Park'ta şiddetten nasibini alıp can veren kuğuları mı? Yoksa bir haftada çapulcu, ayyaş, aşırı uç oluşumuzu mu? Yatıştırması gerekenlerin halkı daha beter kışkırtmasını mı anlatayım? Hepsini biliyoruz zaten. Dediğim gibi, belki eksik biliyoruz, belki fazla. Belki bana katılıyorsunuz, belki de katılmıyorsunuz. Ama burası benim blogum. Hala düşündüğümüzü söyleyebiliyorken, söylemek istiyorum. Kimseyle tartışmak da istemiyorum. Bu yüzden, yorumlara kapalı bir yazı olacak. Ben de düşüncelerimi söyleyip ardından herkese kulağımı tıkayacağım,
onun gibi.
Pek çok blogda olduğu gibi, burada da direniş var. Hikayeler anlatmak gelmiyor içimden. Başka bir şey anlatırsam kendimi suçlu sayacağım çünkü.