Son günlerde, kitaplara olan hasretimi dindirmeye çalışıyorum. Okumayı çok özlediğim, ama okuyamadığım dönemlerde bile, kitapçı gezmeye ve kitap almaya devam ettim. Okuyamayacağımı bilmeme rağmen, bir hevesle internetten kitap alışverişi yapmışlığım da çoktur. Çünkü en az okumak kadar severim kitap satın almayı, kitapçıları gezmeyi. O kitaplar bir kenarda dursa bile, bilirim ki bir gün onlara sıra gelecektir, kitaplığımdan öylece göz kırparlar bana.
Bir süre önce aldığım Lüsyen de bunlardan biriydi. Çok adetim olmamakla birlikte, dönem dönem popüler ve çok satan kitapları okurum. Gazetelerde mutlaka çok satan kitaplar listesine göz gezdiririm, en son ne çıkmış, kim ne yazmış, insanlar neler okuyor.. bunları bilmenin bir zararı olmaz elbette. Ama bazen, ben de o insanlardan olur, o listedeki kitaplardan birini okurum. Bir yazar veya bir kitap hakkında yorum yapabilmenin en iyi yoludur çünkü, o yazarı okumak.
Lüsyen'e gelecek olursak... İlk başta arka kapak yazısının beni ikna ettiğini söyleyebilirim. Lüsyen onu okumam için bir süre bekledi, ama diğerleri kadar çok değil. Ama ben de okurken çok bekletmedim onu, çantamda haftalarca gezdirmedim, sağda solda telef etmedim. Başladığımda, su gibi aktı gitti kitap. Can Dündar'ın anlatımını hep çok sevmişimdir, gerek sözlü anlatımı olsun, gerekse yazılı olsun. Zira kitabı okurken de, Can Dündar'ın sesinden dinliyormuşum hissine kapıldım, belgesellerden gelen bir aşinalıkla. Kitap dışarıdan bakıldığında sadece bir aşk hikayesi gibi gözükse de, aslında değil. Ya da şöyle demeliyim, kitapta isteyen o aşk hikayesini okur, isteyen Osmanlı'nın son demlerini, Cumhuriyet'in ilk yıllarını görür, isteyen Hamid'in şiirlerini anlamaya çalışır, isteyen dönemin meşhur edebiyatçılarını görür. Ben kendi adıma, edebiyatı çok seven bir insan olarak, kitapta birçok edebiyatçıyı gördüm, ve bundan çok keyif aldım. Kitap sadece düz bir anlatım olsaydı bu kadar sever miydim bilmiyorum. Ama içinde mektupları, fotoğrafları -sadece portreler değil, kişisel eşyalar da dahil-, yazışmaları, şiirleri -ve birçok eseri- bir arada barındırıyor. Ve tabi ki Hamid'in büyük aşkı Lucienne'in kendi cümleleri. Arka kapakta söylediği gibi, birçok tanıdık insan var bu sayfalarda, Tevfik Fikret, İsmet İnönü, Nazım Hikmet, Atatürk, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Samipaşazade Sezai... Hepsi bir dönem edebiyat derslerine konu olmuş insanlar, ve onları ders kitabı yerine bir yemek masasında, bir dost meclisinde, bir baloda veya bir mecliste okumak çok daha farklı, ve tabi ki zevkli oluyormuş.
Lüsyen'de içimi cızlatan pek çok şey oldu, ama ben iki tanesine fena halde takıldım, söylemeden geçemeyeceğim. Birincisi, kitabın en sonunda Can Dündar'ın da ziyaret etmiş olduğu, Lüsyen'in isimsiz mezarı. Ve Hamid'in vasiyetine rağmen ikisinin yan yana gömülmemiş olmaları. Diğeri ise, Dil Devrimi için, Hamid'in herkesten önce meclise koşması. Çünkü dil devrimi, Hamid'in ölümü, hatta kendi kendini öldürmesi demekti. Eserlerini Osmanlıca yazan Hamid'in eserlerinin bugün anlaşılmamasına neden olacaktı. Can Dündar'ın deyişiyle, Abdülhak Hamid, yeni hayata yakın durabilmek için bütün şöhretini borçlu olduğu Osmanlıca'nın tarihe gömülüşüne bizzat destek vermiş, ve ödeyeceği bedel, bir daha asla anlaşılmamak olacaktı.
Kısacası, demem odur ki, ben Lüsyen'i çok sevdim. İsterdim ki Hamid'in dilini anlayabileyim, eserlerini okuyabileyim. Ama onun da belirttiği gibi, kendisini en azından günümüz Türkçesine çevrilmiş haliyle okuyup Şair-i Azam'ı tanıyalım. Eminim ki, bu bile onu mutlu edecektir.
bende benzer duygulara kapıldım okurken, kalemine (klavyene mi demeliydim) sağlık...sözlüklerde kitabı bile okumadan sadece arka kapağı okuyup yorum yazan, can dündarı trollükle itham edip aslında kendi troll olanlara okkalı bir tokat olmuş...
YanıtlaSilözer şen; teşekkür ederim, anlaşılmak çok güzel :)
YanıtlaSil