Bilenler bilir, Güneşle birlikte bir süredir Türk Dış Politikası dersinin projesi olarak Salih hoca'nın verdiği "Dışişleri Bakanlığı Belleteni" dergisinin arşiv taramasını yapmaktaydık. Söz konusu dergi, yayın hayatına 1964 yılında başlamış olup tahminimizce 1985'e kadar çıkmış. (tahminimizce diyorum çünkü elimizde kesin olarak ne zaman yayından kaldırıldığına dair bir bilgi yok)
Projenin amacı; kısaca derginin index'ini oluşturmak, içinden bir konu seçmek ve o konuyla ilgili dergide çıkmış bütün haberleri, makaleleri, yani ne var ne yok her şeyi okumaktı. O yıllarda gündeme Kıbrıs oturduğu için, biraz da mecburi olarak, yavru vatanı kendimize konu olarak seçtik (mecburi derken, dergide zaten Kıbrıs'tan bol bir şey yoktu, bize de fazla bir seçenek kalmamıştı, neden her şeyi açıklama ihtiyacı hissediyorum acaba)
Dergilerin tamamına ulaşmak için, iki çılgın araştırmacı gazeteci, Güneş ve ben, bir çarşamba günü, kendimizi kampüsten Taksim'deki Atatürk Kitaplığına attık. Kendi okulumun kütüphanesini, ve zamanında Balıkesir'de gittiğim halk kütüphanesini saymazsak, dışarıda gittiğim ilk kütüphaneydi. Araştırma yapmak veya çalışmak için, kimliğinizi bırakıp imzanızı atınca kütüphaneden faydalanabiliyorsunuz. Ancak bu güzelim kütüphanede Dışişleri Belleteni'nin hiçbir izine rastlayamadık ve bir anlık hayal kırıklığından sonra, uzun saatlerimizi geçireceğimiz İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'nin yolunu tuttuk.
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi apayrı bir dünya. Bir başka memleket. Başka kurallar işliyor orada. Herhangi bir üniversitenin öğrencisiyseniz, 1 tl karşılığında öğrenci kimliğinizi göstererek kütüphaneden faydalanabiliyorsunuz. Pek de deneyimi olmayan bir araştırmacı olarak, ilk etapta kafamı çok karıştırdı diyebilirim. Sadece katalog tarama için ayrı bilgisayarlar var, okuma odası farklı, raflarda eski ansiklopediler yığılmış durumda. Kütüphanenin içinde bir süre uzaylı gibi hissettikten sonra, elimizde doldurmamız gereken "Süreli Yayın Talep Formu" ile baş başaydık. Demem odur ki, bizim hiç alışık olmadığımız kapalı raf sisteminde, formu dolduruyorsunuz, ve yayınlar yarım saat ila kırk beş dakika içerisinde elinizde oluyor. O kırk beş dakika geçip de bankoya gittiğimde, altı cildi üst üste gördüğümdeki şaşkınlığımı anlatamam. Ciltlerin üzerindeki bir parmak toz da cabası. Ciltleri gördükten sonraki şaşkınlığımızı atıp diğer sorunla yüzleştik; kütüphanede yok denecek kadar az priz vardı ve biz index'leri excel'de tuttuğumuz için laptop'ın şarjını idareli kullanmak zorundaydık. O gün sadece bir buçuk cilt bitirebildik, neredeyse iki senenin toplam sayılarıydı. Kütüphaneden çıktığımızda her yerde ciltler görüyordum. O günün bize kazandırdığı ise, Çemberlitaş Beyazıt arasında kendimizi bilmeden yürürken aldığımız nargile kokusu ve Çorlulu Ali Paşa Medresesi oldu. Medresenin havası kütüphaneden sonra bize fazlaca yaradı diyebilirim, közde Türk kahvesinin keyfini çıkardık ve hatta -her telden, kahveyi yapan Dedo'dan, Siyasal Bilgiler'i bırakmış abiye, Türk sevgilisi olan Yunanlı kıza kadar- yeni arkadaşlar bulduk.
Merkez kütüphanesinde diğer birkaç sefer bizim için olaysız geçti diyebilirim. Hem Güneş hem de ben kütüphaneye ve dergilere alışmıştık, ve hızlı denebilecek bir tempo yakalamıştık. Yabancılık hissi çoktan geçmişti ve yerini türlü çakallıklara bırakmaya başladı, kenarda köşede kalmış boş prizleri bulmaya, bir taraftan indexleri çıkarırken bir taraftan fotokopi almaya başlamıştık.
Her şey böyle güzel giderken, zamanla depodan ciltler eksik gelmeye başladı. Örneğin altı cilt istiyorsak, üç tanesi ancak geliyordu. Sayılar ellerinde gözükmesine rağmen, depodan bir türlü gelmiyordu. Biz hızlanmıştık hızlanmasına da, kapalı raf sistemi fena vurmuştu bizi.
Bugün yine, deadline öncesi, son kez kütüphaneye gitmeye karar verdik. Bu sefer bizi nasıl bir süprizin beklediğinden tamamen habersiz, yine meşhur formu doldururken, bankodaki görevli, bizi acı bir şekilde uyardı; depo görevlileri acil bir durum yüzünden çıkmışlardı, süreli yayın talebi de bu yüzden kabul edilmiyordu. Bankodaki kıza yalvarmak ve formu doldurup şansımızı denemek istedikse de, form bize aynen geri döndü. Biz de şansımızı Beyazıt İl Halk ve Beyazıt Devlet Kütüpanelerinde denemek üzere yola çıktık. Birkaç ufak tefek talihsiz yol tarifinin ardından, kendimizi İl Halk kütüphanesinin önünde bulduk, işportacı bir amcanın "Kütüphanemiz gapandı" şeklindeki sevimli uyarısından sonra, kendimizi Devlet kütüphanesine attık. Belki oraya da gitmemiz gerekir diye çıkmadan kütüphanenin web sitesinden süreli yayın ayırtmıştık. Kütüphanelerin kendilerine göre, türlü türlü huyları var. Kimisi raflarını sonuna kadar açıyor size, son derece cömertler. Kimisi ise gizliyor kendisini. İçinde ne var ne yok bilmiyorsunuz, "ulan şu görevli bıraksa beni depoya, bak ben nası bulucam o ciltleri" diyosunuz ama yok, kocaman bir sıfırla geri dönüyorlar size.(Bu arada hayallerimde iğrenç, tavanının aktığı, içinde farelerin dolaştığı bir depo var; üstelik tozlu, örümcek ağlarıyla dolu ve havasız da. O ciltler neden öyle pis sanıyorsunuz!) Neyse konuyu dağıtmayalım, Beyazıt Devlet Kütüphanesine de bu sefer ücretsiz ama yine kimliklerimizi bırakarak giriş yaptık. Merkez kütüphanesine nazaran tertemiz bir bina, ve yüksek tavanları, upuzun merdivenleri var. Ziyaretçi kartlarını okutarak turnikeden geçtik, ve çantalarımızın vestiyere bırakılması söylendi. "Nasıl yani?" dememize kalmadı, öğrendik ki, orası araştırma kütüphanesiymiş, yani kendi kitabınızı getirip okuyamazmışsınız, kütüphanenin kitaplarından faydalanabilir, okuma salonunda okuyabilir, ama içeri hiçbir şey sokamazmışsınız. "E burda kitabımızı okumak istersek ne olacak?" dedik; cevap netti,"O zaman karşıdaki İl Halk kütüphanesinde okuyabilirsiniz" Bu uyarının da ardından, eşyalarımızı bir dolaba kilitledik, ve okuma salonuna çıktık. Bankodaki görevliye dergileri internetten ayırttığımızı söyledik, onun bahanesi ise çok daha şıktı; kütüphane çok kalabalıkmış o yüzden görevli bilgisayara bakmamış. Dergilerin yokluğunu telefonla da teyit ettikten sonra, artık sinirlerimiz bozulmuştu. Şansımıza küserek kütüphaneden çıktık Beyazıt Kampüsünün önündeki güvercinlere yem attık bol bol. Ve Beyazıt maceramızı, Kapalıçarşı'da Türk kahvesi içerek noktaladık.
Kütüphaneler üzerine olan bu yazıma son verirken, değinmek istediğim son bir nokta var. Bu kütüphane seansları sana ne kazandırdı derseniz; Kabataş-Zeytinburnu tramvay hattını çok iyi öğrendim. Feci aktarma yapıyorum, Beyazıt-Laleli benden sorulur, ve biliyorum ki her kütüphanenin farklı kişiliği, özellikleri var. Kimisinden ödünç kitap alamıyorsunuz, kimisinde sadece araştırma yapıyorsunuz, kimisinde süreli yayını belli bir saate kadar ayırtabiliyorsunuz, kimisinde tüm kurallar bir anda tepetaklak oluyor... Tüm bunların dışında, Medrese'nin yeri kalbimde apayrı, Eminönü vapuruna son dakikada koşarak yetişip oradan tramvaya binmek hayatımın bi parçası oldu, ve Sultanahmet köftesi kırmızı et fobimi yenmeyi başardı.
Not: Kıyamadım, içime sinmedi, ilk gün bahsettiğim altı cildi siz de görün istedim. Göründükleri kadar korkunç değiller, gerçekten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder