Pages

2 Haziran 2019 Pazar

Proje Panosu - Röportaj

Çok çok uzun zamandır buraya bir yazı girmediğimi biliyorum. Ama geri dönmeyi her zamankinden çok istiyorum. Bu blog sayesinde gittiğim Ermenistan projesini anlattığım, Proje Panosu'nda yayınlanan röportajımın metnini buldum. Proje Panosu artık aktif bir site değil, o yüzden röportaj burada dursun istedim. Belki bu vesile ile daha çok yazarım.

***


Merhaba Deniz, seni biraz tanıyabilir miyiz?

Merhaba. 1988 Balıkesir doğumluyum. Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler mezunuyum. Aynı alanda yüksek lisansımı Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yapmaktayım.

Sivil toplum ve projelerle nasıl tanıştın?

Kendi kuşağımdaki çoğu kişi gibi ben de sivil toplum ile üniversitede öğrenci kulüpleri aracılığı ile tanıştım. Kendi kuşağım gibi diyorum, çünkü şimdilerde sivil toplum ve farkındalık lise, ve hatta ortaokul seviyesine kadar indi. Genç yaşta proje liderliği yapan pek çok lise öğrencisi görüyorum ve bu gerçekten çok güzel bir şey.

AB ve gençlik projeleriyle tanışmam ise 2013 yılında, şimdilerde Erasmus+ adı altında toplanan, o dönemde Leonardo da Vinci projesi olarak geçen bir projeye katılmamla başladı. Almanya’nın Augsburg şehrinde geçirdiğim üç hafta, projenin bana kattıklarının yanında, yeni projeleri takip etme ve hatta proje yazma konusunda da cesaret verdi. Henüz bir projenin yazım aşamasında bulunmadım ama, bir gün bunu da gerçekleştirebilmeyi umuyorum.



Genelde herkes AB projeleriyle Avupa ülkelerine yönelik projelere katılırken, sen geçtiğimiz dönemde farklı bir ülke ve zor bir konusu olan projeye katıldın. Bu projeden bahsedebilir misin?

Blog yazarı olarak katıldığım Media Bus Tour projesi, Türkiye - Ermenistan Normalleşme Süreci kapsamında, iki ülkeden gazeteciler ve blog yazarlarını bir araya getirerek önyargıları kırmak, birbirimizi tanımak ve anlamak için yapılmış bir proje. Türkiye’den dört ve Ermenistan’dan dört olmak üzere sekiz sivil toplum kuruluşunun desteklediği, mali desteğin Avrupa Birliği tarafından sağlandığı projede, 15 gün boyunca Türkiye’den ve Ermenistan’dan gazeteciler ve blog yazarları ile seyahat ettik. Bu yıl üçüncüsü gerçekleşen projede ilk defa Türkiye’nin doğusu yerine batısı programa alındı. Proje kapsamında, Türkiye’de İstanbul, İzmir, Denizli, Fethiye, Antalya, Adana, Kapadokya ve Ankara’yı, Gürcistan’da Tiflis’i, Ermenistan’da ise başkent Erivan başta olmak üzere ülkenin büyük bir kısmını gezdik.


Peki bu projenin Türk ve Ermeni gençliği arasındaki önyargıları kırdığını, yakındaki uzak komşuyla aramızdaki mesafeleri az da olsa azalttığını düşünüyor musun?

Proje süresince, özellikle gazeteci arkadaşlarımız hem bulundukları bölgedeki halkla, hem de birbirleriyle röportajlar, söyleşiler yaptılar. Projenin amacı, iki ülke arasındaki normalleşme sürecinin gazeteciler, medya ve sosyal medya üzerinden duyurulmasıydı. Bu noktada projenin amacına ulaştığını düşünüyorum, hepimiz elimizden geleni yaptık; birbirimizi dinledik ve anlamaya çalıştık. Sorunlarımızı, ilişkilerimizi kangren eden her ne ise Türk ve Ermeni kimliklerimizi bir kenara koyarak, yalnızca insan olarak, tarafsızca konuştuk. Gerek birbirimizle yaptığımız sohbetler ve söyleşilerı, gerekse yerel halk ile yapılan röportajları, proje süresince ve sonrasında çeşitli medya organlarından duyurduk. Ermenistan için yakındaki uzak komşu çok doğru ve ne yazık ki üzücü bir tanımlama. Bugün Türkiye’de, herhangi birine sorsanız Türkiye - Ermenistan sınır kapısının yirmi yılı aşkın bir süredir kapalı olduğunu bilmeyebilir. Bu kapının kapalı olması diplomatik ilişkileri askıya almış durumda. Ancak şöyle de bir durum var ki, yüz yıllarca beraber yaşamış olmanın verdiği bir kültürel yakınlık var. Proje süresince gördük ki, yıllarca söylenen kadar uzak değilmişiz. Sınırlar yalnızca devletler arasında var, halklar arasında değil.


Son olarak, bu çok zor projede karşılaştığınız zorluklar ve üstesinden gelme yöntemleriniz nelerdi?

Sizin de söylediğiniz gibi, katıldığımız zor bir projeydi. Çünkü hepimiz, her iki millet de bize söylenen, öğretilenden daha fazlasını bilmiyoruz. Onbeş gün, az bir süre gibi gözükse de, bir grupla gece gündüz yollarda olmak gerçekten zor. Ancak birini seyahatte tanırsınız derler ya, biz de bu seyahatimiz süresince birbirimizi tanıdık. Evet, ben Ermenistan yerine dost ve kardeş ülke Azerbaycan’a da gidebilirdim, bu benim için çok da kolay olurdu. Ama çoğu insanın aksine, ben elimi taşın altına koymayı tercih ettim. Bugüne kadar tüm bildiklerimi, duyduklarımı, okuduklarımı bir kenara bırakarak, önyargılardan sıyrılarak komşu ülkeyi anlamaya çalıştım. Ağrı Dağı’na onların gözünden baktım, sokaktaki, çarşıdaki, pazardaki insanlarla dedelerinden öğrendikleri birkaç kelime Türkçe ile iletişim kurdum. Projede teknik açıdan herhangi bir zorluk veya sıkıntı çektiğimizi söylersem yalan olur, ancak manevi açıdan hepimiz, hem Türk hem de Ermeni katılımcılar açısından zor bir süreçti. Onlar bir zamanlar dedelerinin, büyük dedelerinin yaşadığı toprakları gördüler, biz bir zamanlar beraber yaşadığımız, kapı komşumuz olan ama şimdi hiç tanımadığımız insanları tanıdık. Soykırım gibi hassas bir konuyu birbirimizi suçlamadan konuştuk, bu topraklarda yaşanmış acılardan söz ettik, milliyet farkı gözetmeksizin ölenleri andık. Etrafına kulaklarını kapatıp karşındakinden nefret etmek çok kolay. Fakat bu onbeş gün süresince biz, birbirimize en ufak bir saygısızlık yapmadan en hassas konuları konuşabildik. Bunu da, karşımızdakini etnik bir kimliğin mensubu yerine bir insan olarak görerek başarabildiğimizi düşünüyorum. Önyargılarından sıyrılabilen, aşırı milliyetçi olmayan ve insanı yalnızca insan olarak görebilen herkesin bunu yapabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hayat birbirimizden nefret etmek için çok kısa, iş her ne kadar devletlerde bitse de, bizim çabalarımız denize düşen bir damla olsa da, o damlanın geniş halkalar yayacağını ve bütün denizi etkileyeceğini biliyoruz.



Umarız ki, hayatın ufuk açıcı çalışmaların içinde yer alarak devam eder.



6 Nisan 2017 Perşembe

Limon Ağacı

Kitap almama serüvenim, ufak kaçamaklarla da olsa devam ediyor. Bu seneki okuma hedefimde yine kütüphanemdeki kitapları okumak var. Genel olarak bir yerli bir yabancı yazar şeklinde ilerliyorum, onun dışında bir okuma planım yok. Yaratıcı Yazarlık ve Okuma kursundaki okuma listesindeki kitapları da araya serpiştiriyorum, her ay bir kitap okuduğumuzdan fazla etkilemiyor mevcut durumumu.

Dediğim gibi, sabit bir okuma listem yok, kitaplığıma gidiyorum, beni ne çekerse onu alıp okuyorum. İçimde her şeyin bir zamanı olduğuna dair bir inanç var. Bir kitabı o an okuyamıyorsam, doğru zamanın gelmediğini düşünüyorum. 2009 yılında alıp yarım bıraktığım Limon Ağacı da bu kitaplardan biri oldu.



Pegasus Yayınları'ndan çıkan gözden geçirilmiş 6.baskısıydı bende olan kitap. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü ilk baskılarda çeviri kaynaklı çok sıkıntı yaşanmış. Benimki gözden geçirilmiş diye belirtilmiş olsa da, yazının devamında anlatacağım bazı eksiklikleri hala vardı.

Limon Ağacı'nı neden 8 sene sonra okumayı seçtim bilmiyorum. Genelde yarım bıraktığım kitaplara dönmüyorum. Ama sanırım benimki kitaba bir şans daha vermekti. İsrail ve Filistin'i gidip gördükten sonra bir şans daha verebilirim diye düşündüm. Kafamda soru işaretleri hala vardı, çünkü Limon Ağacı yarım bırakma konusunda kötü bir şöhrete sahip. Pek çok yorumda "Okuyamadım, yarım bıraktım, hiç sarmadı" gibi şeyler okuyabilirsiniz. Ben son zamanlarda yaptığım birkaç ağır okumanın ardından üstesinden geleceğimi düşündüm ve böylece kitabı sonunda bitirebildim.

Öncelikle belirtmem gerekir ki, Orta Doğu'ya ilgi duymayan birinin okuması çok zor. Arka kapağı okuduğunuzda kitap bir roman izlenimi uyandırıyor. Tarihin kurguya yedirildiği romanları ben de tercih ederim, ama bu kitapta daha çok hikaye tarihin içine serpiştirilmiş. Beklentinizi akıcı bir Orta Doğu hikayesi minvalinde tutmayın. Bol bol tarih okuyacağınız, içinde hem siyasi aktörlerin hem de roman karakterlerinin bulunduğu bir kitap.

Kitabın ilk çevirisi nasıldı bilemiyorum, ama benim okuduğum baskıda başını kaçırdığım, anlam düşüklüğü olan uzun cümleler vardı. Başa dönerek birçok paragrafı tekrar okudum. Dipnot kullanılmamıştı, bu kadar çok tarihi bilginin ve iki kültüre ait farklı terimlerin bulunduğu bir kitapta açıklamalar olması gerekirdi. Okuyucu her şeyi bilen kişi değildir, dipnotlar ve açıklamalar okumayı kolaylaştırır. Bu benim için büyük eksiklikti, zaman zaman okumayı kesip neyin ne olduğuna baktığım oldu.

Ben okuyucu olarak karakterleri daha çok görmek isterdim. Tarihi anlatılarla oldukça bölünüyor kitap. Çektiğim bir diğer sıkıntıysa, bölümler çok uzundu. Bu tamamen benden kaynaklanan bir sıkıntı da olabilir, ben bir bölümü yarım bırakmayı sevmiyorum, bölümü bitirmem gerek mutlaka. Bölümlerin makul uzunluklarda olması benim okumamı kolaylaştırır. Limon Ağacı'nda bölümler fazla uzundu, kitaptan kopmamak için okumam gereken bölümleri günlere böldüm, sık sık bölümün bitmesine kaç sayfa kaldığını kontrol ettiğim oldu.

Kitabın iyi yönleri yok muydu? Elbette vardı. Okuyan herkesin hemfikir olduğu üzere, kitap tamamen tarafsız bir şekilde yazılmış. Hiçbir tarafı güzellemiyor ya da kötülemiyor. Her şeyi olduğu gibi anlatmış. Zor bir coğrafyada, böyle hassas konularda bir kitap kaleme almak hiç kolay değil. Ayrıca böyle bir kitabı yazmak ciddi bir araştırma gerektiriyor. Konu sadece İsrail - Filistin meselesi değil, Bulgaristan'dan Yahudi göçleri, Osmanlı Devleti ve sonrasında İngiliz denetimi altında Filistin yılları, sürece dahil olan Ürdün, Suriye, Mısır gibi ülkeler de kitapta yer buluyor. Tüm bunları toparlamak elbette basit değil, emek sarf edildiğini görebilirsiniz. Yazar bu tarihsel süreç ile hikayeyi iyi harmanlamamış olabilir, bu da okumayı zorlaştırıyor ancak asla boş bir kitap olmadığını görüyorsunuz.

Son olarak, kitapta detaylı bir harita da görmek isterdim. Okurken zihinde canlandırmayı sağlardı.

Benim Limon Ağacı ile ilgili düşüncelerim bunlar. Yıllar sonra yarım bıraktığım bir kitabı bitirdiğim için mutluyum. İsrail ve Filistin'i gördükten sonra bazı kısımları kafamda canlandırmam daha kolay ve yer yer keyifli oldu. Beklediğim akıcı okuma değildi belki ama, fazla süründürmeden bitirebildim. Orta Doğu'ya ilginiz varsa okuyabilirsiniz.

8 Mart 2017 Çarşamba

10.Gün


Sonunda 10.güne geldim. Üzerimde challenge'ı bitirmenin mutluluğu var. Aslında şu sıralar birden çok challenge var yaptığım, sadece blog yazmak anlamında söylemiyorum. İnternet üzerinden takip ettiğim bir dünya tarihi kursu (bu kurslar üzerine de yazmak istiyorum bir ara), bitirmeye çalıştığım derleme bir kitap -her gün bir bölüm okuyorum bu yüzden-, her gün yapmam gereken bir yazı egzersizi, önümüzdeki haftaya okumuş olmam gereken ve çook ağır ilerleyen bir başka kitap... Ama ilk biten bu challenge olacak.

Son gün için konu herkese söylemek istediğim bir şey olmuş. Ulusa sesleniş gibi bir şey :) Gerçi buradan kaç kişiye sesleniyorum, kimler okuyor bilmiyorum. Kendi kendime konuşur gibi yazıyorum ama, çok da dert değil aslında. Bir gün bir yerde birinin karşısına çıkarım. 

Bugün yalnızca şunu söylemek istiyorum: Sevgili burayı okuyan herkes, burada olduğun ve okuduğun için teşekkürler. 

İleriki yazılarda görüşmek üzere.

7 Mart 2017 Salı

9.Gün


İtiraf etmem gerekiyor ki bu challenge beni zorladı. Yazmak değil derdim ama her gün yazmak apayrı bir disiplin. Blog yazmak konusunda da performanstan düşmüşüm, nerde 30 günlük challenge'ları takır takır yazan ben, nerede şimdiki ben. Yine de pes etmek yok, yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim. 9.gün ile buradayım. Hayattaki iki başarım bakalım nelermiş :)

Hayatımın hiçbir döneminde çok iddialı olmadım, muhteşem başarılara imza attım diyemem. Tabi bir diğer konu, neyi başarı olarak gördüğünüz. Kimileri için üniversiteyi bitirmek başarıyken, kimileri için evlilik bir başarı olabiliyor. Veya daha soyut şeyleri başarı olarak görebiliyoruz, sanırım ben de onlardanım.

Burada elimden geldiğince kişisel şeyler paylaşmaya çalışıyorum, toplumsal veya siyasi konulara girmemeye çalışıyorum. Ama kabul etmek gerekir ki, günümüz Türkiye'sinde en büyük başarı hayatta kalmak. Yaşıyorsak, bu başarı hepimizin. 

İkincisi ise, edindiğim tüm dostlukların kalıcı olması. Buna başarı mı dersiniz, şans mı dersiniz bilmiyorum. Ama arkadaşlık konusunda şansım hep yaver gitti, yakın arkadaşım, dostum dediğim o birkaç kişiyle seneleri devirdim. Kopmadık ve bunu beraber başardık. En eskisi bu sene 23 yıllık olacak, 28 yaşındayım bu arada. 

***

10.günde görüşmek üzere!

4 Mart 2017 Cumartesi

8.Gün



8.Güne gelirken... 3 kişiye adanmış 3 şarkı paylaşacağım. Bu favori şarkı seçmekten çok daha zor.


Sezen Aksu - Yine mi Çiçek
Bu Sinancığımın şarkısıydı. Şimdi onu tanıyan kim varsa, bu şarkıda onu hatırlıyor, biliyorum. Daha güzel bir yerde olduğunu umuyorum. Elbet bir gün...



Eric Clapton - Tears In Heaven
Bu şarkı ve Wonderful Tonight beni hep ergenliğime götürür. Tears In Heaven'ı Serap çok sever. Bu onun şarkısıdır, Wonderful Tonight benim :)



Muse - Feeling Good
Kendimi iyi hissettiğim günlerde kendime çaldığım bir şarkı bu. Bana iyi geliyor. Size de iyi gelsin, dinleyin :)

***

Kolay gibi görünen ama zor bir challenge oldu benim için. Müzik dinleyen, şarkılara anlam yükleyen, şarkılarla birilerini hatırlayan biri olmama rağmen, özellikle üçüncü şarkıyı bulmakta zorlandım. Onu da size armağan ettim. Yüksek sesle dinleyin!

3 Mart 2017 Cuma

7.Gün


Bugünkü challenge konusu beni gülümsetti. Beni mutlu etmenin 4 yolunu anlatacağım.

***

1. Elbette güzel bir hediye. Büyük bir şey değil ama, düşünülmek önemli. Belki uzun zamandır aradığım bir kitabın eski bir baskısı, belki göndermem için bir kartpostal, belki yurtdışı seyahatinizden bir magnet. Küçük ama anlamlı bir şey.

2. Beraber geçireceğimiz güzel bir gün. Çok basit aslında, belki çıkacağımız kısa bir seyahat, kısa bir yol, yiyeceğimiz güzel bir yemek, eğleneceğimiz güzel bir akşam. Fazlasını aramıyorum.

3. Gittiğiniz yerden yolladığınız bir kartpostal. Hele bir de oradan yollandıysa şahane!

4. Bir sokak hayvanına şefkat gösteren, onun hayatını kurtaran, onu besleyen, seven biri beni mutlu eder. Hani olur ya bazen, böyle bir huzur anına denk gelirsiniz. İşte o anlar beni en çok mutlu eden şeylerden biri.

***

Bugün de bitti :) 

2 Mart 2017 Perşembe

6.Gün


Artık challenge'ın yarısını geçmiş bulunuyoruz :) 6. günde, karşı cinste ideal 5 özellik söylemem isteniyor. Yine zor soru :) Fazla üzerine düşünmeden, aklıma geldiği şekilde yazacağım.

***

1. Dürüstlük. Evet bunu fazla açmaya gerek yok sanırım. İlk aklıma gelen bu oldu, sanırım en çok ihtiyacım bu olduğu için.

2. Açık sözlülük. Başta dürüstlükle benzer gibi görünse de, aslında değil. Ne demek istendiğini kıvırmadan, uzatmadan söylenmesi benim için önemli. Kendim de çok düz mantık düşündüğümden, Bizans oyunlarına, taktiklere, blöflere gelemiyorum. Ne düşünüyorsan onu söyle!

3. Komiklik. Aslında sadece karşı cinste değil, beraber vakit geçirdiğim, sevdiğim herkesle gülebilmek benim için çok önemli.

4. Ağzı sıkılık & Ketumluk. Bu ikisini aynı maddeye koyuyorum. Belki babamdan gelen bir şey ama, çok konuşan erkeğe alışık değilim. Babamın ağzından o istemedikçe kimse tek bir laf alamaz ve asla boş konuşmaz. Boş konuşmanın her türlüsü başımı şişiriyor ve gevşek ağızlılığa hiç dayanamıyorum.

5. Vicdanlı olmak. Yine karşı cinsi kıstas almayarak söylüyorum, vicdanı olmayan bir insandan korkarım. Vicdansızdan her şey beklenir çünkü.

***

En sevmediğim şeydir şunu yapanla olmaz/böyle olanla olmaz demeyi ama, challenge uğruna o itici insanlardan biri olmamışımdır umarım :) 

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...