Pages

27 Mart 2013 Çarşamba

Sahilde Kafka



Bundan aylar önce, Sergül'ün bir yazısında detaylı olarak okumuştum Haruki Murakami'yi. O aralar 1Q84 yeni çıkmıştı, ben değil Murakami, tek bir Japon yazar bile okumamıştım ve iyi bir okuyucu sayılmama rağmen tuğla ebatındaki 1Q84'ü almaya cesaret edememiştim. Ancak Sergül Murakami'den ve kitaplarından o kadar güzel bahsetmişti ki, onun verdiği bilgiler ışığında bir Murakami kitabı okumayı zihnime not etmiştim.

Bir Murakami kitabı dedim ama, aslında o günden beri aklımda Sahilde Kafka vardı. Sergül de bahsetmiş, çeviri benim için de çok önemli. Japonca'dan direk Türkçe'ye çeviri yapan Hüseyin Can Erkin varken, bu kitaplardan birine şans tanımamak olmazdı. Kitapların da hep doğru zamanının olduğuna inananlardanım, bu yüzden de Sahilde Kafka ile defalarca karşılaştıysam da satın almadım. Neden sonra, geçen hafta Sahilde Kafka alışveriş sepetimde yerini aldı, ve ben okumaya başladım.

Bazı kitaplar vardır, okurken yazarını kıskanırsınız. O kitabı siz yazmış olmayı dilersiniz. Sahilde Kafka benim için böyle bir kitap olmadı kuşkusuz. Bana çok uzak olan kavramları da vardı, bu noktada kabul etmeliyim ki Murakami gerçekten çok yönlü ve çok bilgili bir insan, bu bildiklerini de kitaba çok güzel serpiştirmiş. Sahilde Kafka'yı bundan 2-3 sene önce okusaydım bitirebilir miydim, bitirsem de beğenir miydim bilmiyorum. Çünkü artık çoğu insanın aksine, sonuç odaklı okumuyorum. Olay örgüsü veya karakterler de etkiliyor beni. Sahilde Kafka'yı yazmış olmayı dilemezdim evet, ama Nakata gibi naif bir karakteri yazmak isterdim. Hem dizilerde ve filmlerde, hem de kitaplarda genelde yan karakterleri daha çok sevmişimdir, Nakata'ya yan karakter demek ne kadar doğru bilemiyorum ama, olayı kendi ağzından dinlediğimiz Kafka Tamura'dan çok daha fazla sevdim onu. Bir kitapta bir karakteri seviyorsanız, o kitap kendisini okutuyor mutlaka. Sahilde Kafka'da da öyle oldu.

Kitapta beklentilerimi karşılayan bir diğer nokta ise, çevirisi oldu. Murakami'yi kendi dilinden okumak çok büyük bir ihtimalle benim için mümkün olmayacak, ancak çevirisine de bakınca, çok akıcı olduğunu tahmin etmek güç olmuyor. Metaforlarla, sembollerle dolu bir kitabı bu kadar akıcı yazmak Murakami'nin, bu kadar güzel çevirmek de Hüseyin Can Erkin'in başarısı bence. Konunun -elbette bana göre- tıkandığı yerlerde bile kitap o kadar akıcıydı ki, bu sayede üstesinden gelebildim. Daha önce de söylediğim gibi, tek bir Japon yazar okumuşluğum bile yoktu, ancak kabul etmek gerekir ki Japonlarla kafamız gerçekten farklı çalışıyor, ve iyi bir Japon yazarı okumak benim için güzel bir deneyim oldu. Yakın zamanda bir Murakami kitabı daha okur muyum bilmiyorum, genel olarak farklı yazarları okumaya çalışıyorum. Bu da farklı yazarlar hakkında fikir edinmemi sağlıyor. Benim için şimdilik 1Q84 ve diğerlerinin zamanı var, ama artık Murakami dendiğinde beyan edecek fikirlerim de var, bu da hiç fena sayılmaz hani.

Sonunu tahmin edemeyeceğiniz bir hikaye istiyorsanız, Sahilde Kafka'yı öneririm.

24 Mart 2013 Pazar

Acının Evreleri

21.03.201* 19.45

Bugün acı eşiğime yeni bir soluk getirdiğime, yeni bir ivme kazandırdığıma inanıyorum. Siz siz olun, "Ne kadar acıyabilir ki?" demeyin.

21.03.201* 18.00

Seans öncesi doktor, gerekli bilgileri veriyor. Hiç ses çıkarmadan başımı sallıyorum. Sessizliğim ve umarsızlığım, doktoru dinlemediğimden değil. Yapılacak işlemi biliyorum, pek endişeli olduğum da söylenemez. Hem, ne kadar acıyabilir ki? Doktorun anlattıkları bitince, beraber işlem odasına geçiyoruz.

21.03.201* 18:15

İşlem odası, bembeyaz bir oda. Florosanla aydınlatılmış, beyaz duvarlı, temiz ve tabi ki tıbbi ilaçların olduğu her yer gibi hastane kokuyor. Ayağımdaki galoşlarla kaymamaya dikkat ederek, muayene yatağına uzanıyorum. Doktor şırıngaya ilaçları enjekte ediyor. "Şimdi bir deneme yapalım. Ne kadar acıyıp acımadığını gör. İstediğin yerde durabilirim" diyor. İğnenin ucunu kafa derimde hissediyorum. İçindeki ilacın iğneden çıkıp kendini vücuduma saldığını da. Biraz yakıyor, ama sorun olmaz diye düşünüyorum. Çocukken de iğneden korkmazdım hiç. Doktor iğneyi başka bir yere batırıyor, aynı işlemi tekrarlıyor. Bu sefer biraz daha acıyor. Kanamış olacak, doktorun asistanı bir pamukla koşuyor bana doğru. Doktor aynı işlemi defalarca tekrarlıyor. Her seferinde acı, biraz daha dayanılmaz oluyor. Gözlerimden yaşların sızmasına engel olamıyorum. Doktordan durmasını istiyorum.

11 Mart 2013 Pazartesi

Konuk Sanatçı: Özlem Tekin

Ne zaman canım sıkılsa, neşelenmek istesem, dinleyecek bir şey bulamasam 90'lara sığınıyorum. Bunu yapan pek çok insan olduğunu da biliyorum. 90'ların neşesini, o dönemde çocuk olduğumdan mıdır, başka bir yerde bulamıyorum. Bir de nostaljiye meyilli olunca, ansızın kendimi bir şarkıyı mırıldanırken buluyorum, ve YouTube'a koşuyorum. Evet YouTube kısmı pek nostaljik değil, gönül isterdi video kasetlerden izleyelim, ama teknoloji bizden hızlı büyüyor, ve biz de bir yere kadar direniyoruz ona.

YouTube dışında pek çok mecradan eskileri dinleyebilirim elbette, ama en az şarkılar kadar 90'ların kliplerini de seviyorum ben. Bilmiyorum sizde de böyle bir klip sevgisi var mı, çünkü ben çocukken de çok sıkı bir klip izleyicisiydim. Artık o zamanlar nasıl dikkatle izlediysem, hala tüm ayrıntılarıyla klipleri hatırlıyorum, bu yüzden de yıllar sonra izlemek çok daha zevkli oluyor.

Bugün de kendimi Özlem Tekin'in Bahar şarkısını söylerken buldum, nereden ve nasıl aklıma geldiğini inanın ben de bilmiyorum. Zamanında müzik kanallarında sıkça dönmesine rağmen çok da patlamış, hit olmuş bir şarkı sayılmazdı, diğer Özlem Tekin şarkılarına nazaran. Ama ben Bahar'ı hep çok gizemli, ve hep tüyler ürpertici bulmuşumdur. Bugün klibi tekrar izlediğimde, hala aynı hissettiğimi fark ettim, bazı şeyler hiç değişmiyor :) Geçmişten günümüze Özlem Tekin pek çok albüm çıkarıp pek çok tarz değiştirdi, kimisini sevdim, kimisini sevmedim. Ama kesin olan bir şey var ki o hep farklı olanı, yeniyi denemek istedi. Bu yüzden çok istikrar sağlamasa da, çok farklı tiplerde hayran kitlesi oldu. Ben Özlem Tekin'in ilk zamanlarını sevenlerdenim. Bahar ile başlayınca, durmak mümkün olmadı ve Özlem Tekin'in zaman tünelinde gezerken buldum kendimi. Kim ne derse desin, Özlem Tekin o zaman da çok fazlaydı, şimdi de öyle.

Madem nostalji köşesi yaptım bugün, konuk sanatçımız Özlem Tekin klipleri ile bitiriyorum yazıyı. Son zamanlarına pek değinmeden, ilk tanıdığım ve sevdiğim haliyle.


Özlem Tekin - Bahar



Özlem Tekin - Yar Bana Varmadı



Özlem Tekin - Aşk Her Şeyi Affeder Mi



Özlem Tekin - Laubali


7 Mart 2013 Perşembe

Gabo İçin Birkaç Kırık Dökük Kelime



Hep söylemişimdir, Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ının tadını hiçbir kitap, hatta Gabo'nun diğer kitapları bile veremez diye. Sırf bu Yüzyıllık Yalnızlık sevgim yüzünden, Macondo en çok görmek istediğim yerlerden biri olmuştur, onun "büyülü gerçekçilik"in bir parçası olduğunu bilmeme rağmen. Söz konusu Gabo olduğunda, kelimelerle bu kadar güzel oynayan bir adamı, doğru kelimeleri bulup sıraya dizerek anlatmak çok zor oluyor. Dünyanın bir yerinde -hem de bana çok uzak bir yerinde- bile olsa, onun yaşadığını bilmek mutluluk veriyor. Ancak pek tabii, hüzünle karışık bir mutluluk bu. Sadece Yüzyıllık Yalnızlık'ı baz alarak onu anlatmak ne kadar doğru bilmiyorum, ama boğazıma yumruk gibi oturan her şeyin sebebi sadece kitaptaki detaylar değil. Kitabı yazarken çektiği zorluklar, kendi deyimi ile yazmak ile ölmek arasındaki tercihi, kitabın tek kopyasını postalayacak parasının olmayışı, karbon kağıdı alamayacak durumda olduğu için kitabın tek kopyasının oluşu, evdeki eşyaları rehine ederken daktilosunu es geçmesi ve "yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı" deyişi Yüzyıllık Yalnızlık'ın ne kadar anlamlı olduğunun sadece birkaç örneği.

Kimsenin ölümü için kendini hazırlayamaz insan, bu dünyanın öbür ucunda, hiç görmediğiniz ve görmeyeceğiniz biri olsa bile. Tüm bu anlatmaya çalıştığım nedenlerden dolayı, o çok uzaktaki insanın, bir daha yazamayacak kadar hasta olması bana çok dokunuyor, üstelik Demans hastalığını büyükbabamdan bilirken, buna üzülmemek çok güç. İşte o zaman, yine Yüzyıllık Yalnızlık geliyor aklıma, tıpkı Macondolular gibi unutkanlık hastalığına yakalanan Gabo'ya kitabındaki gibi açıklayıcı bir not vermek istiyorum.

Senin adın Gabriel Garcia Marquez.
Ve sen muhteşem öykülerin, romanların yazarısın.



LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...