Pages

30 Mayıs 2010 Pazar

Şarap Üzerine Zırvalamacalar

Bu kaçıncı "17 yaşımda, bir şişe şarap içip tuvalette uyuyakaldıktan sonra, senelerce şarap içemedim" deyişim bilmiyorum. Ama hala arkasındayım, şarapla olan ilişkimizde aldığımız ciddi bir yaraydı o, hatta bir dönem şarabı koklayamadım bile. İçkilerle fazla duygusal bağ kuruyorum bazen, o günden sonra şarabı hayatımdan çıkardığım gibi, asıl acı verici olan Altınoluk'ta Uğur abiden 2 liraya aldığımız Dimitrakopulo döndürmelerimize son vermemdi, ben de kamyoncu birasına sığınmak zorunda hissettim kendimi.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Dönüyoruz, fakat?

Eve mi dönüyoruz ne?

Görür gibiyim şimdiden, beyaz örtülü masayı, tahta sandalyeleri. Saksıdaki fesleğeni. Tabaktaki ızgara balığı, ortadaki salatayı, güveçteki karidesi. Rakının yanında asla içmediğim buz gibi suyu. Mangalda kızarmış ekmeği, tarator sosuyla beraber kalamarı...

Güneş batmış. Akşamüstü saatleri. Ben yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yiyorum. Masanın altından ayaklarıma sürtünen kediler sabırsız. Balıkçılar ağlarını topluyorlar. Deniz durgun. Her yer sessiz. Deniz kokmayan yerler hanımeli kokuyor, hanımeli kokmayan yerlerse deniz. Eve mi dönüyoruz demiştim?

En güzel mavinin, en güzel denizin, en güzel balığın, en güzel kokuların yanına gidiyoruz. O kadar sessiz, o kadar sade, ve o kadar isimsiz. Evet, eve dönüyoruz.

18 Mayıs 2010 Salı

Duman Dediğimiz

Hiç unutmuyorum, 12-13 yaşlarındayken, dandik bir müzik kanalında abimle Köprü Altı'nın klibini izlediğimiz ilk günü. Beyaz atleti ve uzun saçlarıyla Kaan, güleç yüzü ve kısmen uzun saçlarıyla Batuhan, genç ve uzun saçlarıyla Ari ve sonradan öğreneceğim, Ahu Paşakay'ın -Bal- da bulunduğu klibi izlerken bir gülümseme yayılır yüzüme, elimde olmadan.

Duman'ı bu kadar seviyor olmama ve defalarca canlı dinlememe rağmen, çok zevk alamadım, belki de beklentilerim çok fazla yüksekti, bilemiyorum. Konser kalabalığından, Batuhan diye çığlık atan kızlardan, ve repertuardan tatmin olamamaktan her daim nefret ettim. Oysa walkman-discman-mp3 player aşamalarının her birinde vardı Duman benim için, ayrıntılarına girmek istemeyeceğim Serap'la balkonda konser albümü dinleyişlerimiz, Fatih'in arabasındaki en sevdiğimiz CD, bilmediğim bir şehirde sabahın bi körü gözlerimi Bal'la açışım... Hepsini ayrı ayrı seviyordum, ama Duman konserde beni mutlu edemiyordu işte. Kıskanç, şımarık bir çocuğum ben, sevdiklerimi milyonlar sevmesin istiyorum.

14 Mayıs 2010 Cuma

Kütüphane Macerasında Son Demler

Bilenler bilir, Güneşle birlikte bir süredir Türk Dış Politikası dersinin projesi olarak Salih hoca'nın verdiği "Dışişleri Bakanlığı Belleteni" dergisinin arşiv taramasını yapmaktaydık. Söz konusu dergi, yayın hayatına 1964 yılında başlamış olup tahminimizce 1985'e kadar çıkmış. (tahminimizce diyorum çünkü elimizde kesin olarak ne zaman yayından kaldırıldığına dair bir bilgi yok)

Projenin amacı; kısaca derginin index'ini oluşturmak, içinden bir konu seçmek ve o konuyla ilgili dergide çıkmış bütün haberleri, makaleleri, yani ne var ne yok her şeyi okumaktı. O yıllarda gündeme Kıbrıs oturduğu için, biraz da mecburi olarak, yavru vatanı kendimize konu olarak seçtik (mecburi derken, dergide zaten Kıbrıs'tan bol bir şey yoktu, bize de fazla bir seçenek kalmamıştı, neden her şeyi açıklama ihtiyacı hissediyorum acaba)

Dergilerin tamamına ulaşmak için, iki çılgın araştırmacı gazeteci, Güneş ve ben, bir çarşamba günü, kendimizi kampüsten Taksim'deki Atatürk Kitaplığına attık. Kendi okulumun kütüphanesini, ve zamanında Balıkesir'de gittiğim halk kütüphanesini saymazsak, dışarıda gittiğim ilk kütüphaneydi. Araştırma yapmak veya çalışmak için, kimliğinizi bırakıp imzanızı atınca kütüphaneden faydalanabiliyorsunuz. Ancak bu güzelim kütüphanede Dışişleri Belleteni'nin hiçbir izine rastlayamadık ve bir anlık hayal kırıklığından sonra, uzun saatlerimizi geçireceğimiz İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'nin yolunu tuttuk.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

...

Çok yazmak istedim, 1 ay önce, bir kazada nerdeyse arkadaşlarımı kaybetmek üzereydim diye, elim gitmedi. Sevdiklerimi kaybetme korkusu köşede bir yerde beynimi kemirirken, ben daha arkadaşlarımın o kazadan mucizevi kurtuluşunun etkisinden çıkamamışken, 2 gün önce bir başka arkadaşım diğerleri kadar şanslı olmadı.

Apansız ölümü nasıl kabullenir insan? Kendisi uzaklara gitmiş olsa bile, yüzü gitmiyor gözümün önünden. Yüzü gitse, sesi hiç gitmiyor, çınlıyor kulaklarımda. 4 sene önceki tanışmamız dün gibi, ben sana kedi demeyeceğim, Deniz ismini çok severim diyip beni her gördüğünde üzerine basa basa Deniz diyişi...

Bir şey olsa mesela. Bir şey olsa ve o gece o sis Şile'ye çökmemiş olsa. Veya, yola hiç çıkmamış olsalar. Hatta iyimser düşünelim, Şile belediyesi o yola asfalt dökmüş olsa, aylardır öylece duran toprak yol o gece mucizevi bir şekilde yapılmış olsa. Bir şey olsa ve Safa hiç gitmemiş olsa, Tolga da yine akşamları kampüste motosikletiyle fır dönüyor olsa, siparişleri yetiştirmek için. Mesela mezarlıkta ağlamıyor olsak, kapıdaki güvenliğin yakasına Safa'nın resmi iliştirilmiş olmasa...

Yaz gelse ve Safa orada öylece yatmak yerine yine cankurtaranlık yapsa.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Tatilden Öğrenciliğe

Bir hafta olmuş ben bahar tatilinden döneli, her ne kadar bir tatil dönüşü yazısı yazmak niyetinde olsam da, yapamadım. Blogger'a girdim, başlığımı attım, bi paragraf yazdım ve bıraktım. Hava aydınlık, hala yazmakta zorlanıyorum. (evet bi de böyle bişey geliştirdim, sadece geceleri yazabiliyorum) İstediğim kadar çok okumadığım gibi, onunla doğru orantılı olarak, istediğim gibi yazamıyorum. Bahar üşengeçliği ufaktan tadını kaçırmaya başladı; 2 haftadır valiz hazırlamaktan, yola çıkmaktan, bi yerden bi yere gitmekten, kısacası her şeyden üşenir oldum. Hiç bu kadar sancılı bir mevsim geçişi yaşamamıştım, 1 haftada yaşadığım mevsim değişikliği cabası. Şile'nin değişken havası, Balıkesir'in kuru sıcağı ve akabinde Nisan yağmuru, hiçbir yere konduramadığım o fındık büyüklüğünde odamın camına takır takır vuran dolu, Altınoluk'un oksijen fazlası, güneşi, kokusu, hatta belki sadece ve sadece Altınoluk'un varlığı... 5 aydan sonra orada olmak hepsinden farklıydı kuşkusuz. 3 gün içinde uzun bir süredir görmediğim pek çok insanla görüştüm, Serap'ı göremedim, ve ilk defa Balıkesir'de huzur bulabildim. Aslında huzur, Balıkesir'de bi yerlerde varmış, sadece saklanıyormuş. Geçen seneden sonra güneye inmemeye ant içtiğim için, son derece sakin bir bahar tatili geçirdim, 4 yıldır aklım neredeymiş dedim kendi kendime. Pazar günü dönüşte yaşadığım önce Topçular trafiği sonra İstanbul kalabalığının üstüme gelmesiyle ufak bir şok yaşamadım desem yalan olur. Bir de, Pazar sabahı Edremit'ten otobüse binerken, tam yanımdan Ayvalık otobüsü geçti, yarı şaka yarı ciddi tutturdum Ayvalık'a gidicem diye. Tarihimde ilktir herhalde, İstanbul'a gitmiycem diye tutturup ağlayışım. Yarın döneli bir hafta olucak, ve ben çoktan alıştım hem İstanbul'un hem Şile'nin temposuna. İnsan adapte olabilen bir varlık, sevindiğim tek nokta bu. Çünkü yine uzun bir aradan sonra Altınoluk'ta bir son gece sancısı çektim, sol yanımda hissettim bütün ağırlığıyla. Şimdi tamamen duygusuzum, ve doğru dürüst yazamıyorum, tumblr'a fotoğraf postlamaktan başka bir şey yapamıyorum.

Şile'de miskin bir hafta sonunun tam ortasındayım, Mayıs başlarken hala yanıma bir ceket alıyor oluşuma isyan ediyor, ve bir öğrenci olduğumu hatırlayıp yapmam gereken okumalarıma dönerken, Zardanadam'dan Mayıs'ı sizlere armağan ediyor, aranızdan ayrılıyorum.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...