Pages

27 Aralık 2009 Pazar

2009 Biterken...

Bir yılın daha sonuna geldik, uzatmaları oynuyoruz.
Şöyle bir durup 2009'a bakıyorum da, keyifli bir yıl olmuş, bana hiçbir kazık atmamış, götürülerinden çok getirileri olmuş.
Ne yalan söyleyeyim, aynı performansı 2010'dan da bekliyorum.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Ekşi Sözlük - Kutsal Bilgi Kaynağı

Uzun bir süredir kayıtlı Ekşi Sözlük okuruydum. Bazen boş vakit doldurmak, bazen merak ettiğim bir şeye bakmak, bazen b.kunu çıkarıp bilmediğim İngilizce bir kelimenin anlamına bakmak için girdim sözlüğe. Sözlük fanı oluşumun net tarihini hatırlayamasam da, internet bağlantım var olduğu sürece benim için hep vardı sözlük. Zaman zaman bazı yazarların sırf eleştirmiş olmak için eleştirdiği duygusuna kapılsam da, bi yerden sonra olumsuz eleştirileri kaale almasam da, sözlük eğlencesini hiç yitirmedi benim için.

19 Kasım 2009 Perşembe

Sabaha Karşı Diyalogları

Yer: Altınoluk
Saat: Sabaha karşı 00:00-07:00 arasındaki herhangi bir an
Kişiler: Serap, Deniz

15 Kasım 2009 Pazar

Mutluluk ve Yazamamak Arasındaki Doğru Orantı

Her ne kadar bunalımdaymışım gibi gözükse de son bikaç kaydımda, aslında iyiyim. Gecenin bu saatinde, sanmıyorum ki kimse ilgilensin iyi veya kötü oluşumla, ama belirtmek istedim nedense. Değişim süreçlerinden geçtiğim doğru, yine de yazdıklarıma göz atınca fark ettim ki, çok geçmişle yaşıyormuş izlenimi veriyorum, halbuki alakası yok. Kendimi günlük hayatın akışına bu kadar kaptırdığım başka bir dönem daha hatırlamıyorum. Duygusal açıdan nötrlendim, çevremde gerçekten çok sevdiğim insanlar var, ve kısıtlı bir çevrem. Daha doğrusu, sadece olmasını istediklerim yanımda, daha fazlası değil. Şile'deki rutin hayatım akıp gidiyor, bense o akıma çoktan kaptırdım kendimi. Rutinlik sinirimi bozmuyor ama, çünkü rutinden kastım hareketsiz ve kasvetli oluşu değil. Yine düzensiz uyuyorum, düzensiz yiyorum, anlık kararlar veriyorum, ama hayat yolunda ve olması gerektiği gibi gidiyor. Rahatsız değilim bu gidişten. Tek problemim, böyle dönemlerde yazamıyorum. Yazmayı seviyorum ama, sorunsuz olmayı da seviyorum. Mutluyken yazamıyorum ben, sadece gündelik problemlerle başa çıktığım dönemlerdeyse hiç yazamıyorum. Ve şu aralar problemlerim uykudan, yemekten, sınavdan, haftasonu planlarından ibaret. Yazamıyor oluşumu saymazsak, iyi durumdayım.

13 Kasım 2009 Cuma

ikibinaltı

O kadar sarhoşum ki, sensiz bir yıla girdiğimin farkında değilim. Hatta Merve'nin son içirdiklerinin vodka değil de sadece vişne suyu olduğunu çok sonra anlıyorum. Son hatırladığım, dibini değil de sevdiğimizi gördüğümüz, o da hayal meyal. Yatağımın ayak ucunda sızmışım, etrafımda olup bitenin farkında değilim. Vodkanın şanındandır, baş ağrısı var ama onu umursamıyorum şimdi. İçimde bir sıkıntı var. Yeni yıla girmişiz, ama uğursuz, istemiyorum. Hisseder gibiyim olacakları. Nasıl girersen öyle devam eder derler ya... O an idrak edemesem de, biliyorum, kötü bir yıl olacak. Hem, öyle olmasa, sen de yakınlarımda bir yerlerde sızmış olurdun. Yeni yılda sen yoksan, benim o yılla ne işim olur. Biten seneye bakıyorum özlemle. Ne kadar alkollü olursam olayım, her şey biten senede kaldı, seninle birlikte. Yeni yılı ve dağınık evi süzüyorum bıkkın gözlerle. Görüntü hala flu. Başımdaki ağrıyla, bir kez daha lanet ediyorum yeni yıla. İzleyelim diye taktığımız dandik film hala devam ediyor, dandik olduğu kadar uzunmuş da. Zaten yılbaşı gecesi film izlemek de son derece kötü bir fikirdi. Filmi takarken itiraz etmedim oysa, bu gece hiçbir şeye itiraz etmiyorum. Ama bezginim yeni yılda. Kim bilir kaçıncıya telefonuma bakıyorum, arayan olmamış. Anlıyorum yoksun. Nefret ediyorum bu kez, biten vodkadan, baş ağrısından ve tabi ki yeni yıldan. Sensiz olan yeni yıldan. Sesler, görüntüler, hepsi beynimde dönüyor. Saate bakıyorum, 12yi çoktan geçmiş.
İkibinaltı, seni hiçbir zaman sevmedim ki.
***
(2006 sonu, tarihi yok)

2 Kasım 2009 Pazartesi

Sebepsiz

Kimseye fark ettirmeden, senelerce arka bahçemde bir çocuk büyüttüm ben. Gizli gizli.
Herkesten sakladım onu, ismini söylemeye bile korktum. Ve sebepsiz sevdim, belki de gereksiz. Elinden tuttum, her istediğinde yanında oldum, yardımına koştum. O bazen çok acıttı beni, ben yine de onu sevdim, sebepsiz. Belki de gereksiz. Ama hiçbir zaman neden aramadım buna. Çünkü o bir gün ansızın çıkageldi, ilk görüşte sevdim ben o çocuğu, nedensiz. Beni ağlatsa da, üzse de, kızdırsa da sevdim. O da bilir ya, nefret ettiğim her ana karşılık sevdim onu. Asla yalnız bırakmadım onu, asıl yalnız kalmaktan korkan ben olsam da. Hep yanımda uyusun istedim, hep beni sevsin...

22 Ekim 2009 Perşembe

Childhood Dreams



Bazen sadece bu güne geri dönmek istiyorum.
İyi ki varsın büyükbaba, iyi ki yokum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Rüya

Küçük bir çocuğum şimdi.
Bir lunaparkta yalnızım.
Fonda iç burkan bir melodi var, sanki bir müzik kutusu hali hazırda kurulmuş, kapağı açılmış da balerin kız dans ediyor gibi.
Işıklar gözlerimi alıyor. Başka hiçbir şey görmüyorum.
Atlı karıncalar...
Büyülenmiş gibi gidiyorum.
Yaklaştıkça görüyorum ki, benden başka kimse yok.
Atlı karıncalar dönüyor. Müzikle birlikte.
Her birinin üzerinde, insan resimleri. Çerçeveleriyle.
Dönüyorlar.
O anda fark ediyorum ki, ben ağlıyorum.
Tüm o insanlar, dönmeye devam ediyorlar. Ben ağlıyorum. Hepsi ölmüş.
Lunaparkta, atlı karıncaların önünde duran küçük bir çocuğum şimdi. Sesler, ışıklar, yüzler birbirine karışıyor.
Ben sadece ağlıyorum.

*Hatırladığım ilk rüyamdır, çocukluğuma selam olsun.

7 Ekim 2009 Çarşamba

ArkaBahçe.

İçimde çok garip bir çekişme var. Bir yandan, bir şeylerin tamamen tükendiğini hissederken diğer yandan o tükenenlerin yerine yenileri geliyor. Eğer çorak bir toprak olsaydı içim, kurumuş hatta yanmış ağaç köklerinin ardından bir şeylerin korka korka yeşermeye çalıştığını görebilirdim. Oysa ne o ağacın kuruduğunun farkındaydım bunca zamandır, ne de o tohumların yeşerdiğinin. O filizlerin tohumlarına bakıyorum, şaşkın gözlerle. Yeşerip de büyür mü o filizler, yoksa çorak mı bulur toprağını, yetersiz midir suyu? Olur ya, belki inatçı çıkar, susuzluğa dayanır, yine büyür. Diğer ağaç çok mu kolay yeşermişti sanki? Ben mi suçluydum onun kurumasından? Ben mi vurdum baltayı gövdesine, yoksa o içten içe kof muydu bana fark ettirmeden? Yerini yeni filizlere bırakıyor oysa, ben yeşertmiyorum onları, hiçbirini sulayacak gücüm yok zaten. Çok garip bir çekişme var o toprakta, kurumuş dallar kendini yenilemeye çalışıyor, benimle birlikte.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Peki Neden SokakKedisi?

Hatırı sayılır bir süredir sokakkedisi'ni nickname olarak kullanıyorum. Eski Türkçe'de mahlas olarak tabir ettiğimiz.. :) Çok insan sordu bugüne kadar, neden sana kedi diyolar diye. Kedileri çok severim bik bik bik yapmadan anlatıcam, delikanlı gibi.
sokakkedisi, sanılanın aksine nankör değildir, özgürlüğüne düşkündür. Hükmedilemediği için nankör damgası yapıştırılır ona. (evet, en klişe yerinden başlamak istedim.) Söz geçiremezsiniz sokakkedisine, ilgisini çekmiyorsanız, çeker gider, arkasından ne kadar seslenirseniz seslenin. Aynı anda, hem çok çabuk bağlanan, hem de çok kolay terk edendir. Çok sever, sevdiğinin peşinden ayrılmaz da, gözü dönerse bir çırpıda siler atar, geri dönmez. Çok gezer sokakkedisi, yalnız gezer, geceyi sever. Gündüz uyur, gece dolaşır. Sıcağı sever, ama soğuktan korkmaz. İnsanları kendisine çok çabuk bağlar, ne kadar bağlıyorsa da insanlardan kaçar. Başına buyruktur. Akıllıdır, uyanıktır, görürsünüz, aşırı sıcaklarda ağaç gölgesinden size bakan, soğuklarda arabanın motorundan çıkıp sizi şaşırtan da odur. Gerektiğinde kendini korumasını bilir. Sanılanın aksine güçlüdür sokakkedisi, hiç fark etmezsiniz tırnaklarını çıkardığını. İnceden acıtır çünkü, usul usul. Ama derinden kanatır.
Bir de, gıptayla baktığı, benim içten içe aşık olduğuna inandığım ciğercinin kedisi vardır. O konuya hiç girmeyelim. Büyük şairin toprağı bol olsun demekle yetinelim.

4 Ekim 2009 Pazar

Ayrılış

"Ya aşık olursa..?" dedi içindeki ses. İçindeki bir sürü sesten, çocuk olanıydı o, belki de en çocuk. Diğeri güldü, acımasızdı gülüşü, biraz da tehditkar. "Olsuuunn..." dedi, yaşça en büyük ve en acımasız olanı. Küçük olanın olsaydı eğer, yüzü düştü denebilirdi, ama sesine çoktan yansımıştı zaten. Gitmesini istemiyordu, açık ve net. O hiç gitmesin, kimseye gitmesin. Hep kendisini sevsin. Ama bunu dile getiremezdi, hiçbir zaman. Zaten bilirdi diğer seslerin onunla dalga geçeceğini, birden fazla kişiliklerin içinde barınmanın en büyük zorluklarından biri de buydu, en küçük ve en saf olmak. Çünkü böyleleri en temiz duyguları taşırlar, bu yüzden de hep alaya maruz kalırlar. Diğer sesler aldırmazlar, kişinin güçlü yanıdır onlar, ve en acımasız yanı. Onun için, en başta da onun gitmesini umursamazlar, çünkü güçlüdürler, ve tabi ki acımasız. O acımasız sesler asla titremez küçüğünki gibi, aldırmazlar da hiçbir gidişe, bir de küçüğün korktuğu gibi onun herhangi birine aşık olma ihtimaline. Bırakır o sesler onun peşini, bırakırlar, gitsin. Gittiğinde, her şeyi gözünü kırpmadan yok eden, pencereden atan, tutuşturup yakanın sesidir onlar, bu esnada küçüğü çoktan sustururlar, o bir köşede sessiz sessiz ağlar. Sessiz ağladığı için onu duyan olmaz zaten, diğerleri kahkaha atar. Küçük olmasa, onu umursayan yoktur aslında, diğerleri arkalarına dönüp bakmazlar bile. Çekip giden de hep onlardır zaten, küçükse onun arkasından bakakalandır. Küçüğü de sürüklerler ama, ağlamasına aldırmadan. Küçük siner bir köşeye, susar, konuşmaz. Taşlaşır o da bir süreliğine, acısı geçer, umursamaz. Kontrol diğerlerinin elindedir çünkü, kişi o esnada duygusuz, acımasız ve aldırmazdır. Küçük susar, bir süreliğine unutur. Kişi de unutur küçük susunca, kahkaha atar umursamaz... Hiçbir ihtimal yoktur aklında, o gitmiş, belki de geri gelmeyecek. Küçüğünse içi içini kemirir, ya dönmezse diye. Küçüğün içi içini kemirdikçe, kişinin huzuru kaçar. Hatırlamaya başlar. Ama azar azar. Onlar birikir, kişiyi rahatsız eder. Ta ki diğerleri küçüğü susturana kadar.
***
İçinizdeki küçüğü susturmanız dileğiyle.

25 Eylül 2009 Cuma

Küçüğüm, daha çok.

Bugün, kan vermek için gittiğim klinikte, 17 yaşındaki hayaletim dikildi karşıma. İlk başta fark etmedi beni, kimseyi fark etmez o zaten. Bense onu ilk görüşümde tanıdım, kravatını takmadığı okul gömleğinin manşetlerini kıvırmış, açıktaki sol kolu kan vermekten mosmor, saçlarını yine kendisi kesmiş bu yüzden önleri kırpık, gözleriyse o çok sevdiği çirkin kırmızı göz kalemiyle boyanmış. Her zamanki koltuğunda oturuyor, yanı başındaki sehpada şırıngalar, pamuklar, bantlar... Etrafımda onu benden başka kimse görmüşe benzemiyordu, onu görür görmez olduğu yere çakılan sadece bendim. Beni görünce bir kahkaha attı, koltuğundan kalktı ve abartılı bir biçimde yer verdi. Ondan sonra da etrafımda bir tur attı, ileride neye benzeyeceğini görmek istercesine. Çocuk kahkahasının ardındaki acıyı bir ben hissedebilirdim oysa, ama o bana karşı bile zırhlanmıştı. "Her zamanki koltukta, her zamanki hemşire... Her zamanki gibi sol kolun ve aynı damarın" derken kahkahası soğuktu. Her zamanki şırıngaya kanımın çekilişini izledik beraberce. O hep izler, yüzünü asla çevirmez. Tüpteki kanın üzerine hemşire ismimin yazılı olduğu etiketi yapıştırırken göz göze geldik, bir sırrı paylaşıyormuşçasına sustuk. Bir tek, etikete yapışan isim aynıydı.
Hemşirenin ardından sessizce odadan çıktım, onunla vedalaşmadan. Bilirim çünkü, o asla vedalaşmaz.

11 Eylül 2009 Cuma

Hanzo Puanlama Sistemi

Evet arkadaşlar, bir sürelik suskunluğumu bu yeni puanlama sistemi ile bozuyorum. Malumunuz, Altınoluk'ta uzatmaları oynuyorum, annemin çılgın inşaat günlerinden istifade ederek, Balıkesir'den köşe bucak kaçıyorum. Sonuç olarak, Serap, inler, cinler ve tabi ki hanzolarla Altınoluk'tayım. Sezondaki gibi geç saatlere kadar dışarda olmasak da -daha doğrusu makul bi saatte eve giriyo olsak da- sezon sonu olduğu için, insanız ya, dikkat çekiyoruz ıssız Altınoluk'ta. Israrla burdayım, en sevdiğim mevsimde, en sevdiğim sahil kasabasında, ne kadar laf yesek de. Artık sinirlerimiz bozuldu, gülüyoruz, ve yine bu harika gecelerden birinde, şehir magandalarını puana tabi tuttuk, elimizde böyle bir tablo oluştu, lafı uzatmadan hemen paylaşıyorum.
Memleketi sel götürmüş, evler arabalar yağmalanmış, Altınoluk'ta hayat devam etmekte, umarsızca.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Edremit Körfezi Sorunsalı

Bilenler bilir, Balıkesir'i pek sevmem. Hep söylerim, Balıkesir'i uzaktan sevmek aşkların en güzelidir diye. Ama biri kalksın, Balıkesir şöyle kötü böyle kötü desin, gözüm döner. Hani evin en yaramaz çocuğuna hep kızarsınız, ama başkası kötülediğinde onu savunursunuz ya.. Aynı şey. Balıkesir'e az giderim, sevmem doğrudur, ama laf da söyletmem. Hele bir de kıymete binsin, daha da sinirlenirim, benim memleketime başkaları gelmiş, yerleşmiş, yazın güneşin denizin tadını çıkarıyo... Malum, yazları bizim Edremit Körfezi pek revaçtadır. Son 5 senede iyice popüler oldu, daha önce Altınoluk'un hedef kitlesi Balıkesirliler ve İstanbullularken, başka şehirlerden de gelip yerleşen artmaya başladı. Buraya kadar yaptıklarımın çocukça kıskançlıklar olduğunu kabullensem de, tahammül edemediğim, bu insanların buraya gelip benim memleketimi kirletip, bir de üstüne laf söylemeleri. Efendim şehir ismi vermiyorum, alt katımıza taşınan bir takım taşralı insanlar, 3 aylarını burada, dünyanın 2.oksijen cenneti olan Altınoluk'ta geçirip, bir de utanmadan burdaki insanları beğenmiyorlar. Kendi insanları bambaşkaymış, Egeliler kabaymış. Beğenmiyosan gelmezsin arkadaşım. Seni buraya kimse zorla getirmedi. Yiyosa yaz mevsimini kendi çöl iklimine sahip memleketinde geçirmek, zaten burda olmazsın. Eğer ki burda yolunda gitmeyen bişey varsa, o da sonradan gelenin yapmış olduğu hatadır, onun bozduğu düzendir. Sırf bu taşralılar gelsin burda yazın rahat nefes alsın, deniz görsün, güneş görsün diye burdaki zeytin ağaçları kesiliyor, evler yapılıyor, denizimiz kirleniyor. Mavi bayraklı denizmiş, peh, ilerde ne mavisi kalır ne bayrağı. İşte o zaman bu tüketici topluluk, yeni yerler aramaya başlar,doğasını ve düzenini bozacağı, insanına söveceği yeni yerleşim yerleri.. Olmuşsa eğer bir kabalığımız, bu da onların yüzündendir, ben Balıkesir insanına da gözüm kapalı kefil olurum, suç karşı tarafındır, şu anda beni de kaba yapan zaten onlardır.
Buraları beğenmiyosan memleketine gidersin arkadaşım, seni zorla tutan da yok.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

** sakatkedi.. the legend is back!

Daha 3 gün geçmemişti ev arkadaşım Burçin'e "Bak ben düşersem çok kötü olur, kesin sakatlarım bi yerimi" diyişimin üstünden, yine bana yakışır bi şekilde, yani en olmicak şekilde düştüm, ve bu sefer sol dirseğimi sakatladım. Bayılıyorum sakatlanmaya, abartmıyorum bunu. Dans ederken dizimi, merdivenden inerken omzumu sakatlamayı başarabilmiş bir insanım. Bu sefer, yerdeki el ilanının üstüne basıp düşerek sol dirseğimi sakatladım, dirseğim izin verebilseydi eğer, kendimi ayakta alkışlardım. Hastanenin ortopedi kısmında mutlu olan bi insanım, girmediğim MR, röntgen, tomografi kalmadı. Her türlü ortopedik eşyaya sahip oldum, alçı terliğinden koltuk değneğine, dizlikten kol askısına. Her ne kadar tanıdık olduğum bi alan olsa da ortopedi, bu sefer kendimi sakatladığım yer yabancı bir ülkeydi, tahmin edemeyeceğinizse bunun nasıl bir duygu olduğu. Sizi hastaneye yetiştiren anne-babanız yok, tanıdık doktorlar hastane yok, ne kadar İngilizce biliyor olsanız da acınızı tarif edeceğiniz Türkçe kelimeleriniz yok. (Elbow ve hurt'le de bi yere kadar yanii)

Olayı başa sarıyorum...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Demişken...

Kim gerçek yabancı -bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir -bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer -ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de, kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı, insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır.

Araf kapak yazısı, Elif Şafak
***
Harf değil belki ama, vurguyu çoktan kaybettim.

26 Temmuz 2009 Pazar

Bir de Gurbet Yarası Var, Hepsinden Derin

Bir haftanın daha sonuna gelirken, bugün yine cümle kurma, ve o cümleleri art arda getirip paragraf oluşturma özürlü olduğum için, bir listeyle çıkacağım karşınıza. Konumuz, gurbette neleri özlediğimiz. Gün geçtikçe daha garip bir liste çıkıyor, önümüzdeki 2 haftayı sabırsızlıkla bekliyorum.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Malta News 2

Bana 1 ay gibi gelen 1 haftanın sonuna doğru yaklaşırken etrafımda olup bitenleri izliyorum umarsızca. Bir sirkülasyon söz konusu burada, her hafta yeni birileri geliyor, birileri gidiyor. 1 hafta içinde, hayatıma yeni insanlar girdi ve aynı hızla çıktı. İtalyan ev arkadaşımı büyük ihtimalle hayatım boyunca görmeyeceğim, sertifikalarını alıp ülkelerine dönen İspanyol kadını ve Alman kızı da. Geçici arkadaşlarım bir bir gidiyorlar, birbirimize vaadlerde bulunmadan vedalaşıyoruz. Sözler olmadan... Evime döner dönmez mail atacağım, facebook'a beni ekle ordan konuşalım bik bik bik yapmadan. Garip bir şekilde böylesi hoşuma gidiyor, bu sayede kimseye bağlanmıyorum. Ve yine bu sayede, hepsini iyi hatırlayacağım, arkalarından kötü düşünmeyeceğim, bak gitti unuttu bi mail bile atmadı hayırsız demeyeceğim. Sadece iyi olduklarını temenni edeceğim, ve böylece herkes yoluna devam etmiş olucak. Belki de hepimiz için en iyisi, bağlanmamak.

16 Temmuz 2009 Perşembe

SokakKedisi Malta'dan Bildiriyor

Evet bir mekan değişikliğiyle daha karşınızdayım. Her ne kadar bana hala Türkiyedeymişim gibi gelse de, Malta'dayım, buraya, insanlara, okula ve yeni evime alışmaya çalışıyorum. Korkunç geçen bir yol öncesi sürecinin ardından, kendimi bu adada buldum, ama burada olmak beklemekten kesinlikle daha iyi.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Repeat All Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

Belki de hepimizin sahip olduğu bir hastalık, aynı şarkıyı üst üste defalarca dinlemek. Benim içinse, en keyiflisi, bir şarkıyı repeat'e aldığımda, etrafımdakilerin tepkisi. Tadı çıkmıyor yoksa, "Yeterrr ulann kapat artık şunu" diyen olmadan. Birileri isyan edicek, sen o şarkıyı daha fazla dinlemek istiyceksin, play'e basmaya utanıcaksın falan... Tabi bunun da en keyifli dönemi yurtta bizimkilerle olduğum dönem. Berkant'ın benim yüzümden Teoman kusucağı 72 saatlik bir dönem oldu mesela, İnsanlık Halleri'ni dinlemeyi biraz abartmıştım :) Daha da eskilere gidecek olursak, Merve'nin geçen sene odada aralıksız dinlediği Athena-Yalan, bana ne zaman dinlersem dinleyeyim o dönemi hatırlatır. Dön Bana bir dönem ulusal marşımız olmuştu, yalnız başıma dinleyemiyorum artık onu, tadı çıkmıyo. Şimdiyse, nedendir bilinmez, playlist'ime Kenan Doğulu'nun Gelinim'i çakılı kaldı, esrarengiz bir şekilde Güneş'ten bu parçayı istemem onu şüphelenmeye itti tabi. Aramızda geçen diyalogsa, hepsinden komikti. Bakış açılarımız arasında ciddi bir fark var, ben tek kişiye saplanıp kalmasını acıklı bulurken, Güneş onu iyi bişey gördü, tek aşk şeklinde :) Sanırım benimki biraz karamsarlıktan kaynaklanıyo, normal bi insan gibi oturup düşünürsek evet, evleniyorlar, mutlular. Benzer bir tartışma da Duman-Köprü altı için geçti aramızda, ben denizler aşıp gelmesini, ama yollarının ayrı olduğunu, yüzünü son kez görmek istemesini acıklı bulurken, insanlar coşuyor bu parçada.

7 Temmuz 2009 Salı

You Rock My World, MJ!

Annemin kahvaltıda söyleyip yediklerimin boğazında kalmasına neden olan Michael Jackson'ın ölümünü duyduğumdan beri, tek kelime edemiyorum onun hakkında. Boğazım düğüm düğüm, içimde bişeyler acıdı, ağır bi Michael Jackson hayranı olmamama rağmen. Yine de, Thriller, Black or White, Billie Jean beni hep etkilemiştir, bir de Moonwalk var tabi. Cenaze törenine bakınca anlıyor insan, hani ölüsü bile yeter derler ya. Aklımda hep kalacak olan Michael Jackson'sa, pullu parıltılı ceketleri, kıvırcık saçları ve güzel gülüşüyle olacak. Bir de, eski kayıtlarından birinde, tabuta bakarken verdiği demeçteki sesi yankılanacak kulaklarımda, "I wanna live forever.." diyişi.
Bir yanımsa, hala bekliyor, tabuttan fırlayıp, Moonwalk yapıcak diye.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Altınoluk, dibine kadar

Görüyorum ki Haziran benim için verimsiz bir ay olmuş. Öylesine vurdumduymaz bir moddayım ki şu an, bu vurdumduymazlıkla sorumluluk alıp bir şeyler yazmayı denemem hayret verici. Ayda sadece 2 yazı yazmak bir şey değil de, yazmayışımın nedenleri sinir bozucu. Final dönemini tek bir hasarla atlattım, Şile'den ayrılmak oldukça can sıkıcıydı, dönemi Bengü'nün kolbastısıyla kapatmak bir o kadar ironikti, kendimi bi anda Altınoluk'ta bulmamsa bütün dengemi bozdu. İlk haftanın oldukça sıkıntılı geçtiğini söyleyebilirim, "Altınolukta olan bir ben"den beklenmeyecek kadar kötü bir performanstı. Sonra nasıl olduysa, bir vurdumduymazlık geldi üstüme, burdaki eski ve saçma sapan hayatıma döndüm. Altınoluk sahil, bira, gündüz görsem tanımıycağım ama gece muhabbetin dibine vurduğum insanlar.. Benden bir beklentisi olmayan, benim de kaybetmekten korkmayacağım insanlar çoğu. Bir siluetten ibaret hepsi.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Bkz: Koku Hafızası Acıtır

Her duyu için ayrı hafıza vardır derler. Gördüklerimiz, duyduklarımız, tattıklarımız, dokunduklarımız ayrı ayrı kazınır hafızamıza.
Bir de kokladıklarımız.
Görme hafızası gittikçe zayıflayan ben, gün geçtikçe daha tuhaf kokular alıyorum. Ve o kokular, beni öyle yerlere götürüyor ki, bazen ben bile korkuyorum.
Taksim'de Balık Pazarındaki çiğ balık kokusu, midemi bulandırmak yerine, "oraya" götürdü beni, acımasızca. Çiçek Pasajı da aynı şekilde, rakı balık kalamar beyaz peynir ve türevleri, bir anda başımı döndürdü, o kadar ani oldu ki hepsinin kokusunu alışım, nereye gittiğimi ben bile kestiremedim -ki hala kestirebilmiş değilim- çıktığımda etrafa aptal aptal bakınıyordum, bana ne oldu dercesine. Kuru kahve kokusu, klasiktir, açık ara farkla çocukluğumun Milli Kuvvetler Caddesine götürür, iyot kokusunu her yerden alabilme yeteneğine sahibim, parfümlerle tarihler arasında bağlantılar kurmaya başladım; "evet o gün buluşmuştuk.."
Neyse, Perfume: The Story of a Murderer olmadan gideyim ben.

edit: sözlük'e girip gerçekten bkz.koku hafızası acıtır dedim, ve çıkanları size sunuyorum. naftalinden çok etkilenmişler bi kere, sonra anneanne/babaannenin kaynattığı ıhlamurlar, bir de hanımeli kokusu. beni kalbimden yaralayansa zeytinyağı sabunu oldu, bir tanesi de masamın üstünden göz kırpıyor bana. onun orada oluşunun yegane nedeni de bu zaten, beni alıp götürmesi.
son olarak, Sunay Akın demiş ki; "söylemiş miydim size, naftalin ki güvelere karşı kullandığı kimyasal silahıdır anıların"

6 Haziran 2009 Cumartesi

Welcome to the Final Week!

Işık Üniversitesi Bahar Dönemi Final Haftasına hepiniz hoşgeldiniz.
Bugün burada, ders çalışmayı ertelemek için toplandık.
Bu bağlamda yapılması gerekenler sırasıyla şunlar:

31 Mayıs 2009 Pazar

Tek Çocuk Olma Sendromu

Tek çocuk olmak ağır bir sorumluluk getirir. Tüm beklentiler size odaklıdır, herkes sizden bir şeyler bekler, ebeveynlerin yapmak istedikleri ama yapamadıkları her şey sizin üzerinizde denenir, ve bu denenen şeyleri mükemmel bir şekilde yapmanızı beklerler. Tek kız çocuk olmak daha da sinir bozucudur, hem soyadın devamı gibi bir durum söz konusu değildir, hem de o iğrenç "bievinbikızı" tanımlamasını acımadan yapıştırırlar size. Bir de önyargı vardır tek çocuklara karşı, herkes şımarık gözüyle bakar. Yaşadım ordan biliyorum, harika geçen 8 senenin ardından anadolu lisesinde sevgili (!) hocalarım anında şımarık damgasını vurmuşlardı bana. Arkasına saklanmadım diyemem, ama bu işlerin iyice çığrından çıkmasına yol açtı, neyse ki konumuz bu değil, ben o ağır sorumluluk üzerinden gideceğim.


Çoğu tek çocuğun aksine, küçüklüğümden beri beni kızdırmak için sorulan kardeş istiyo musun sorularına (bir diğeri de anneni mi daha çok seviyosun babanı mı sorusudur) her zaman red cevabı verdim. Benden sonra gelip ilgiyi üzerine toplayacak birinin varlığına dayanıcak gibi hissetmedim kendimi hiçbir zaman. Şimdi zaman zaman pişmanlık hissettiğim oluyor, ya gerçekten şımarığım ya da söyleye söyleye şımarık yaptılar beni, ama hala üzerimdeki ilginin 2'ye hatta 3'e bölünmesinden korkarım. Bi abi abla olsa neyse. Ama böyle bi şans ben doğduktan sonra olmadığı için, kendimden büyük bir kardeşe sahip olamamanın acısını çektim, bunu inkar edemem.

29 Mayıs 2009 Cuma

An2

Hala çok garip anlar olduğu kanısındayım.
Bunu bana düşündürenin sadece ve sadece Cappy Karışık meyve suyu oluşu hayret verici.
Powerade şişesinde içilen Cappy Karışık, aynı anda hem benim doğal anti depresanım, 17 yaşım, ilk aşkım, Şile'deki ilk senem, Leisure konserleri öncesi Fatih'in odasındaki hummaalı hazırlıklar, Altınoluk'taki Ceylan Cafe'deki -şimdiki adıyla Rıhtım- alkol sonrası uğrak yerimiz, Nilay Ablama alkolü bırakacağım sözüm...
***
Ve sabah 9'daki girmem gereken sunum.
Yine de, Bahar Festivali iyi ki var evet :)
sipeşıl tenks tu: hala eskileri havalandırmaya çıkaran tuhaf hafızam. bir insan nasıl olabiliyor da 2 gün önce tanıştığı insanı unutuyorken, bir meyve suyuyla seneler öncesine gider?

17 Mayıs 2009 Pazar

Bir Örovizyonun Daha Sonuna Geldik...

Her sene olduğu gibi bu seneki Örovizyon krizini de sağ salim atlatmış bulunmaktayız. Her sene sinirlenmiycem, ilgilenmiycem diyorum ama yine sinirlerime hakim olamıyorum. Bu sene elimden geldiğince Hadise'nin saçı, başı, kıyafeti, şarkısı gibi tartışmalardan uzak durdum, ilgilenmedim. Zaten önüne gelen sırf eleştirmiş olmak için eleştiriyor, yorum yapıyor. Gazetede internette televizyonda, her yerde. Modacılar kıyafeti beğenmiyor, öbürü Hadise'yi istemiyor falan. Herkesin hobisi olmuş dışardan konuşmak. Yarışma gününe kadar Hadise de kıyafeti de umrumda değildi açıkçası. Yarışmayı izlemeyi de düşünmüyordum. Denk geldi izledim, Hadise gayet iyiydi, kıyafetini de beğendim. Nedir bu kadar tartışma anlamıyorum. Yok çok alaturkaymış, yok daha modern olabilirmiş. Sahne kıyafeti yaa, herkes beğenmek zorunda mı! Kırmızı da yakışmıştı ayrıca. Bir de zavallım hastalanmış, kesin kurdeşen döktü kız, bu kadar insan hakkında konuşursa olucağı o. Psikolojik baskıda üstümüze yok. Oylamaların da bir kısmına baktım, yine sinirlenmiycem diyorum her sene olduğu gibi, ama bu sene de sinirlendim. Herkes komşusuna oy veriyo, biz de mal gibi heyecanlanıyoruz. İskandinavlar Norveç'e çalıştı, Belçikadaki Almanyadaki Türkler Hadise'ye oy verdi, Kıbrıs bize sıfır çekti, Balkan ülkeleri birbirine tam puan verdi.. Değişen bişey yine olmadı. Evet, Sertab Erener'den sonra bizler için Eurovision çok daha heyecanlı bir hal aldı, ama iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum. Eskiden yerlerde sürünürdük, bi o Şebnem Paker adlı kızcağız vardı, ben daha 7 yaşındayken mi ne 3.olmuştu, onun dışında boynu bükük ayrılırdık. Şimdiki tartışmalar aylar öncesinden başlıyor. Kim katılsın, Türkçe mi söylesin İngilizce mi, her sene bıkmadan usanmadan bunları tartışıyoruz. Bunlar belli olduktan sonra da kurban kişinin her şeyine laf etmeye başlıyoruz. Sadece Hadise için söylemiyorum, kim katıldıysa bugüne kadar, her şeyiyle eleştirdik. Evet belki amacı da güzel bir yarışma, ülkeler kendilerini tanıtma fırsatı buluyorlar, ama artık tadı kaçtı bence. Sürekli komşumuzu pohpohlayarak nereye kadar gidebiliriz. Hele bir de komşumuzla aramızda bir diplomatik kriz söz konusuysa, aman aman, gitti güzelim oylar. Sonra başlasın yurt dışında yaşayan Türkler oy vermeye. Onlara da yazık. Ben bile bu kadar konuşuyorum, yine olsa yine sinirleneceğim oylama esnasında. Dünkü sinirimle Norveç'e de bi ton sövdüm, çıkmış bi oğlan çocuğu elinde kemanla, yerde sürünen 3 eleman, Can amcanın deyişiyle kurbağa gibi zıplıyor. Bugün dinlediğimde, eh dedim o kadar da kötü değilmiş, çocuk da sevimliymiş. Yine de yerde zıplayanlara gıcığım, o ayrı. Bi de o 2 kadını sevmedim çocuğun yanındaki, bende Abba hissi uyandırdılar. Abba'yı sevmem de ayrı ironik tabi, Eurovision olmasa onları da tanımıycaktım oysa. İşe yaradığı oluyormuş demek ki Örovizyonun, burdan bunu çıkarıyoruz.

Uzun lafın kısası, Hadise yatsın kalksın 4.olduğuna sevinsin, yoksa konuşanlar bin beter başlardı "ben demiştim" diye, havaalanında taşlanırdı kız maazallah.

8 Mayıs 2009 Cuma

Çelişki

Yapmam gereken tonlarca iş var ve tüm umutlarımı haftasonuna yüklemiş bir haldeyim şu an. Her erteleme eğilimi olan insan gibi, ben de bir sürü paper'ı, ödevi bu haftasonuna kilitlemiş durumdayım. Ne kadar bahar sempatizanı bi insan olmasam da, güzel havalar beni de dağıtıyor. (beni bu güzel havalar mahfetti diyerek büyük şairi anıyoruz burdan) Ama asıl çelişkimiz başka. O başlı başına bir yara. Kanatmadan tedavi edebiliriz bence, üstüne gitmenin bir anlamı yok. Ama bu mevsimde çok güzel olur... 2 hafta önce zeytinler çiçek açmak üzereydi? Uff, çok pastoral oldu farkındayım. Ama aklıma getirdiğimde gözlerimin dolmasına sebep olan tek pastoral betimleme bu. Onun dışında, kendi içimde kararlıyım, gitmeyeceğim. Yol yok bi süre. Karar verip yola çıkma aşamam ne kadar kısaysa, dizimi kırıp oturmam da bir o kadar kısa. Zaten baharda rehavet çöker bana. İçime sevinç dolmaz, bugüne kadar hiçbir baharda aşık olmuşluğum yoktur. Mevsim dönüşlerinden en çok kıştan bahara dönen kısma gıcığım. Yaz çocuğu olmama rağmen, yazın sonbahara dönüşü bile daha güzel gelir bana. Bahardaki huysuzluğum.. ben bile sevmiyorum o ruh halimi. Üstümdeki ağırlık da cabası. Ama burdaki haftasonu rehaveti duygusuna kadar seviyorum. Pastoral'den lirik'e geçip, fonda Sezen Aksu ile (Kalbim Egede Kaldı?) içlenmenin bir anlamı yok. Oturalım oturduğumuz yerde. Ve baharın yerini yaza bırakmasını bekleyelim.

Ya da bahar festivali gelsin, hiç bitmesin. Finallerden bahsetmiyorum bile. Hepimiz kalalım o şekilde. Hem Mayıs sonu daha bi yazı anımsatır insana.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

1.Geleneksel Hıdırellez Kutlaması

Bugün, altın kızlar olarak (Güneş, Mirve, Ayşegül, Bengü, ben) 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan gecede, dileklerimizi bir kağıda çizerek yerini belirtmek istemediğim bir gül ağacının dibine gömdük :) Dileklerimizi yazmayı ve ağaca asmayı gereksiz bulduk, afişe olmamak için, o yüzden gömelim dedik. Ama çizimim o kadar kötüydü ki, herkesten önce bitirdim, çizdiğim şekil de çok basitti. Gerçi düşününce, başka türlü çizmek mümkün değil diyorum. Ama ne çok dileğimiz varmış, kızlar çizmeyi bir türlü bitiremedi. Bense bir süredir içimi en çok kemiren şeyi, anasınıfı çocuğu gibi çizdim. Bitmek bilmeyen uzun bir otoban şeridi. Bir de, meyve kasalarını yakıp üzerinden atladığımız günler canlandı aklımda. Yine hafızamın bir oyunu olarak.

1 Mayıs 2009 Cuma

An

Hayatta çok garip anlar var. Deryayla yıllar sonra ilkokulumuzun bahçesinde koşuşumuz, metrodaki çocuğun flütle "hatırla sevgili" çalması, taksimde midye dolma tezgahının kokusunu alıp altınoluk'u özleyişim gibi. Bir de, kahkaha sesi. Dün gece, İkinci Bahar'da, ellerimi yıkarken, henüz daha üşümemiş, Fatih bana polarını vermemişken, bizimkilerin kahkahalarını duyunca gülümsedim elimde olmadan. Kendimi çok huzurlu hissettim. Tatilin kötü enerjisini üzerimden tamamen attığım andı o an. İyi ki döndük, iyi ki burdayız.
Bir de, iyi ki varsın yeşil Efe :)

not: sabahın bu saatinde bu kadar oluyor.

24 Nisan 2009 Cuma

Tatille Beraber Gelen Yeme Bozukluğu

Her şeyi en başından anlatarak ne kendi keyfimi ne de sizin keyfinizi kaçırmak istiyorum. Önümüzde hala 2 koca gün var bahar tatilinin bitmesi için, ve ben hiçbir tatilin bitmesini böyle istememiştim. Kemer'de bir otel odasında kendi yemek alışkanlıklarımı sorguluyorum şu an (ruh halimi sorgulamayı bıraktığım için sanırım)

11 Nisan 2009 Cumartesi

Uçurtmalar

Yeni bir Teoman albümüyle beraber, çok daha farklı bir heyecan içindeyim şu an. Bazen bir şeyi görüyorum veya duyuyorum, o an idrak edemiyorum, çok sonra kafama dank ediyor. Elif Şafak'ın Teoman'a şarkı sözü verdiğini bir yerde okumuştum (o kadar idrak edememişim ki nerde okuduğumu bile hatırlamıyorum. yoksa okumamış mıydım? yok canım okudum tabi. televizyon izlemem ki ben) Yazılarını okurken beni aptala çeviren Elif Şafak'ın yazdığı sözleri, sarhoşken bile sesini duymak için bas bas bağırdığım, konser afişini gördüğüm yerde yapıştığım Teoman'ın söylemesi.. Ooof. Hayır bunun bi tarifi yok. Bir taraftan parçanın kendisini dinliyor olsam bile yok. Evet yeni Teoman albümü heyecanının çok ötesinde bir şey bu. Alıntı yapmayı sevmem ama. Bu bir istisna. Elif Şafak yazmış, başımın üstünde yeri var :)


7 Nisan 2009 Salı

Kayıp Eşyalarınız İçin Müracat : Müdüriyet

Evet arkadaşlar. Artık canımıza tak etmiş durumda. Oda taşıyor. Güneşle neyi nereye koyacağız bilemiyoruz. Zira odada bize ait olmayan şeylerin sayısı gittikçe artıyor. İşin komiği, bir kısmının sahipleri belli olmakla birlikte, bu insanlar eşyalarını almamakta ısrar ediyorlar. Bir kısmınınsa sahiplerini kesinlikle bilmiyoruz. Az önce, bizzat odayı dolaşıp, bu eşyaların listesini çıkardım. Lütfen eşyalarınıza sahip çıkınız. Müracat bizim oda, ancak sahiplerini bilmediklerimiz bizi ikna etmek zorunda, her önüne gelene iade yapamayız, oda olarak karar aldık :)

6 Nisan 2009 Pazartesi

uyku sarhoşluğu vol.43626249808

sanmayın ki şimdi yazıcaklarım uykusuzluk sonrası sarhoşluktan. kafamda uzun süredir dönüp duruyorlar, ve ben bir türlü oturup yazamıyorum. kıvranıyorum bi de, her zamanki gibi. evet, yine yol sonrası uykusuz ve sefilleri oynuyor olabilirim, evet yine sabah sabah bütün cinlerim tepemde, ve evet hala abuk subuk rüyalar görmeye devam ediyorum. yine de, en güzel sarhoşluk, uykusuzluğun verdiği sarhoşluktur diyorum.

27 Mart 2009 Cuma

OnYedi

Hayatın boyunca bir daha ne olmazdın diye sorsalar, sanırım cevabım asla on yedi yaşında olmamak olurdu. Sadece şu anda rastgele Teoman'dan On Yedi'yi dinliyor olduğum için söylemiyorum, ama galiba bir daha on yedi olmamak fikrini aklıma getiren oydu. Bana kalsa on yedi olmazdım ben. On altıyı bitirip on sekizden gün alırdım. Bu kadar zarar bir yaş olamaz benim için. Günah çıkarmıyorum, o günlerin muhasebesini de yapmıyorum, bunları yapmayı çoktan kestim. Zaten uzun zaman geçti üstünden. Ama on yedi eşiktir bende. Çoğu insanın en güzel yaşı olarak nitelendireceği, güzel lise günleri. On yedi olduğum gün, o toz pembelik griye kaçtı bende. Şimdi geriye dönüp baktığımda, hayatımdaki çoğu şeye gülüp geçiyorum, on yedi hariç. Yaptığım her şeye, başıma gelen her olaya gülerek bakabilirim, yine on yedi hariç. Diğer yandan, çok iyi biliyorum ki, şu anda neysem, on yedinin bendeki etkisi büyük. Ama böyle bir sınavdan geçmeli miydim.. işte bunun cevabını ben de bilmiyorum. En çok on yedi yaşımda sarhoş oldum, en çok on yediyken ağladım, en çok on yediyken koydu geride kalmışlığın acısı. On yediyken ilaçlarla uyudum, on yediyken okulda olay çıkarıp disiplinlik oldum, on yediyken kendimi önce tekerlekli sandalyede sonra koltuk değnekleriyle buldum. Kısacası on yedi olmuşluğun acısını başka hiçbir yerde bulamadım, hatırlarken bile kötü olurum. Belki bir gün, hepimiz güleriz geride kalanlara, pişmanlıklarımıza ve hatalarımıza. Belki ben de on yedime gülecek kadar barışırım kendimle. Kim bilir.

15 Mart 2009 Pazar

Hakkımda Bilmedikleriniz/Bildiğinizi Sandıklarınız

Bir anlamsız başlığı daha bloğumuza kazandırdıktan sonra.. Gelelim asıl konumuza. Hakkımda bilmedikleriniz. Neden böyle bir şey yapıyorum onu da bilmiyorum, ama liste çıkarmak en sevdiğim şeylerden biri. Serapla gençlik yıllarımız geliyor aklıma, hey gidi :) Serap ve gençliğimize gidersem, konuyu dağıtmış olurum. Hemen susuyorum. O halde başlayabiliriz.

10 Mart 2009 Salı

Balıkesir'den kaçmak, Balıkesir'e kaçmak

Bu haftasonu, sırf iş olsun diye, üşenmedim, kalktım Balıkesir'e gittim. En az 10 kişi sordu noluyo diye. Annem telaş yaptı, babam ciddiye almadı. İşin komiği, ben de kendimi ciddiye almadım. 5 dakika içinde, yalan olan Ankara planımı, Balıkesir'e çevirdim. Bir an bile tereddüt etmeksizin. Eve telefon açtım, geliyorum dedim, dinletemedim. Ciddiye almaları biraz zaman aldı. Sanırım beni karşılarında görünce tam olarak inandılar. Koca bir güz dönemi boyunca eve sadece ve sadece 1 kere gidersem olacağı bu tabi. Annemi korkutmuş, babamı ikna edememiş olurum. Güzel olan yanıysa, sırt çantama 2 tişört 1 pantolon tıkıp yola çıkmayalı uzun zaman olmuş, bunu fark ettim. Hiçbir acelem, derdim olmadan yola çıkmamışım. Hep bi atraksiyon, bi koşuşturmaca. Bu yüzden kat ettiğim her kilometre işkence olmuş bana. Bu sefer kendimi sağlama aldım, Balıkesir arabasına bindim. Hava çok güzeldi, yüküm yoktu, daha ne isteyebilirdim ki. Otobüsü beklerken bi süre terminaldeki kediyle oyalandım, son zamanlarda sürekli sövdüğüm feribotta martılara simit attım. Kitap okudum, uyudum, acısız bir şekilde Balıkesir'e vardım. Bir yandansa hala inanamıyordum, sanki yıllar oldu okul açılalı, ben yine eve dönmüyorum... Kendimi sorgulamayı denedim, olmadı. Moralim bozuk değil, kötü bir şey olmadı, her şey yolunda -gördüğüm kabusları saymazsak-, ama ben Balıkesir'e kaçıyorum. Bugüne kadar hep Balıkesir'den kaçtım ben, Balıkesir'e kaçmadım ki. Öylesine garip ve şuursuz bir haldeydim. Balıkesir'de indiğimdeyse, tek hatırladığım, elimde çantam, etrafıma şaşkın şaşkın baktığımdı. Uzaktan izliyormuşum gibi. Oysa yadırgamam gereken, bir tane tanıdık yüz yok, ve babam gelmemiş beni karşılamak için. Uykudayım sanki. Hiç gelmedim. Yokum.

27 Şubat 2009 Cuma

Doğruluk mu, Doğruluk mu?

4 gündür adaptasyon sorunları yaşıyorum. ilk gün, sabahın köründe yataktan fırladım nerdeyim ben diye. her yağmurda ıslandım. iliklerime kadar üşüdüm. olmayan yemek düzenim yine bozuldu. kabus bile gördüm. uzun zamandır bu kadar uzak kalmamıştım şileden, hepsini buna bağlıyorum.


bugün yine yağmurlu ve karanlık bir akşam üstünde, karşıdan esen poyraza karşı koymaya çalışarak saklıya yürüdük. ihtiyacım olan şeymiş saklı. kaloriferin yanında mayışmış bir şekilde, nargile ve çay. merve ve ayşegülle, bir süre konuşmadık. denizi izledim, bir de gri gökyüzünü. balıkesirde hiç üşümediğim kadar üşüyorum burada. ellerim buz kesti. rüzgarda yürümekten yorulup, oraya yapışıp kaldım. tanıdık bir duyguydu bu. üzerimdeki ağırlık yavaş yavaş kalkarken, nedensiz/isimsiz şeyler hissederken, ne olursa olsun kabul edilmişliğin hafifliği. "sen gitmek istesen de, geri döndüğünde hep kabul edeceğim. ne kadar sıkıntılı, mutsuz, üzgün olursan ol. çok daha kötülerini gördük, atlattık beraber. bu bir şey değil. geçici, tarifsiz. beraberiz ya, önemli olan bu"

biliyordum.
hepsini biliyordum. sadece kulak ardı ettim. bunu hep yaparım. bildiğim şeyleri bilmezden gelirim. bilmiyormuş gibi yaparım, hatta duymuyormuş gibi. sonunda yine çıkar karşıma, bir gün ansızın kabullenirim. böyleyim.

saatler geçti. ekibin diğer parçası geldi. böylece 8 kişi olduk. ama ne sekiz kişi :) kızlar bir kenara ayrıldı, ve en sevdiğim -bir o kadar da tehlikeli- bir oyun oynadık : doğruluk mu, doğruluk mu? yağmurda okula dönerken, aslında bir doğrular var, bir de gerçekler diye düşündüm. ikisi aynı şey değil. zaaflar doğrudur mesela. mantığımızsa gerçek. bugün okulda beni en iyi tanıyan 3 kişiyle bu oyunu oynarken, sorulan bir soruyla mantığımı ve zaafımı gördüm. "bir gün..." diye başlayan o soruda, son sözüm zaaf hep aynıdır oldu. zaafım olduğu doğruydu, ben onu hep biliyordum, o hep bir kenardaydı, asla göz ardı etmedim. ama mantığımı kullanmaya çalıştığım da gerçekti. şimdi bunları bu kadar karamsar bir şekilde yazıyorum ama o kadar güzel, o kadar güzel bir geceydi ki gülmekten yüz kaslarım ağrıyor. saçlarıma nargilenin dumanı sindi (saç kokusu: baş takıntı), gözlerim yanıyor, sandalyede oturmaktan her yerim tutuldu, ama ben çok güzel bir gece geçirdim. insanın etrafında, yanında güvende hissettiği birileri olması güzel bir şey. diğer yandan, sansürlü konusucaz diye inanılmaz kelime oyunlarına girdik, kesinlikle çok eğlenceliydi. zaten güneşle bir göz göze gelmeyle anlaşmamız alay konusu :) ama seviyorum. ve hesapladım, 5.5 saat saklıda oturmuşuz! evet, daha faydalı işlerle uğraşmalısın diyenler olabilir. ama adapte olmaya çalışmak faydalı değil midir :) sadece masum bir gece. ve eğlenceli birkaç saat. zaaf mı? o da masum. en az 15 yaşımdaki halim kadar.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Deliksiz Uykunun Sırları

Şile'deki hayatımın bir parçası olan akşamüstü uykularım, beni bu yazıyı yazmaya itti. hayat ne garip. bir zamanlar anasınıfında öğlen uyumadığım için hocaları delirten, (hatta annemi okula çağırmışlardı durum bu kadar ciddiydi, uyumadığım gibi diğerlerini de uyutmuyormuşum) yazları anneannemin öğle uykusu ısrarlarına direnen bir çocuktum. nerden nereye. ama asla kaybetmediğim bir şey var, geceleri oturmayı seviyorum. küçüklüğümden beri. gene o problemli anasınıfı yıllarımda, babamla gece 2lere kadar otururduk, annem pes edip yatardı. o yaşta bir çocuk için fazlasıyla geç tabi, annemin pes etmesiyse tarafımdan kazanılmış ayrı bir başarı. ama şileye gelince, hayatın tadını bu akşamüstü uykularında buldum :) ilk senemde -hazırlıkta özellikle- sabah erken kalkmak zorunda olduğum için sersemliyordum, akşamüstü dersten gelir gelmez yatıyordum, uyandığımdaysa yepyeni bir insan oluyordum :) uykusuz olayım veya olmayayım, yeni uyanmak hep agresif yapar beni. bir de uyandırıldıysam, ayılana kadar benden uzak durulması gerekir. çok ender olmakla birlikte, neşeli uyandığım da olur. baş ağrısı sonrası uykudan uyandıysam mesela. baş ağrısına en güzel çare uykudur, eğer benim gibi ağrı kesicilere alerjik reaksiyonlar veriyorsanız.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Evine hoşgeldin Kedi

Tam da şu anda, yarım saat daha uykumdan feragat ederek, bilgisayar karşısında bişeyler yazmaya çalışıyorum. Zorun ne demeyin. Yazasım var, ne yazacağımı bilmesem de. Böyle olur bana, önümde bembeyaz kağıdın durmasını severim. Kurgu olmadan, kimsenin okumayacağı bir kağıdı doldurmak. Bu durum da şimdikinden farksız aslında. Kitleleri peşimden sürükleyecek değilim. Ama madem kıvranıyorum, hazır yoldan da geldim, bişeyler yazmakta -yazmaya çalışmakta da olur- fayda var.

19 Şubat 2009 Perşembe

Bir yolculuğun daha sonuna gelirken...

Kabataslak bahsedeceğim konular şunlar, aktarma merkezleri, yol arkadaşlığı, sıkıcı molalar. böyle planlı programlı karşınıza çıkar dumur ederim işte :))

15 Şubat 2009 Pazar

Bugünkü dersimiz ve Barış Abi'den öğütler...

Televizyondan fazlaca uzaklaşmış bir insan olarak, bugün Barış Manço hatrına Disko Kralı'nı izledim Kanal D'de. İzledim dediysem de, bir kısmını izledim, artık öyle bir durumdayım ki, uzun süre tv başında oturamıyorum, ortaokul lise çağlarım tv başında geçti oysa. Kendi çapımda fazla bile oturdum diyebilirim, o da Okan Bayülgen ve tabi ki Barış Manço sayesinde. 80 sonu 90 başı büyüyen her cocuk gibi, ben de büyük bir Barış Manço hayranıydım. Bugüne kadar, özellikle de Barış Manço'nun ölümünden sonra, her türlü anma programı, anısına albüm gibi olaylardan kaçtım. Bu akşam, bir kez daha fark ettim ki, başkasından Barış Manço dinlemeye dayanamıyorum. Yaşar'dan Kara Sevda tam bir travmaydı benim için, Ceza'nın mix'i nispeten güzeldi, Badem'i ise sasirtici bir sekilde beğendim. Ama.. Lütfen, bırakın, kasmayın, söylemeyin Barış Manço şarkılarını kardeşim. Katlanılmaz oluyor. Zamanında Asrın Kurtalan Express'le çalmaya başladığında da tamamen aynı seyleri hissetmiştim. Konuyu biraz saptıracak olursak, Queen'le çalan -çalmaya çalışan- Robbie Willams da bende aynı hisleri uyandırmıştı. Belki fazla duygusal yaklaşıyorum olaya, ama olmuyor yani, eğreti duruyor.

13 Şubat 2009 Cuma

hafızamı tazeliyorum part 1

yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere, son 2 haftadır pek de sık uğramadığım memleketimdeyim. memleketim biraz fazla sevgi dolu bir sözcük benim için, çünkü kendisinden pek haz etmem, doğduğum şehir diye bahsetmeyi tercih ederim. doğduğum ve büyüdüğüm şehir. 

Başlıksız.. şimdilik

Karanlığı seviyorum.
Fark ettim ki, gündüz vakti yazamıyorum.
Gecenin sessizliğinde, kulağımda Freddie Mercury'nin sesi. Sabahın yavaş yavaş gelmesini seviyorum, bu bana ilk sabahladığım zamanları hatırlatıyor, sanki 15-16 yaşlarındaymışım ve Altınoluktaymışım gibi. Yanımda Serap varmış, kafam da güzelmiş gibi. Hafiften ayılıyormuşum gibi...

12 Şubat 2009 Perşembe

ilk yazının şerefine..

her zaman yapmam bu kıyağı. çünkü bu bir blog, deneme defterim değil. şizofrenik, sarhoş, mutsuz ve şuursuz yazılarımın yeri hiç değil. ama madem karanlıkta kulağımızda Freddie Mercury'nin sesiyle odada oturuyoruz... sarhoş olmasak bile, bu yazı buraya gelmeli. yaratıcı günümde değilim, hazıra konuyorum. Aslında açık verdiğim yazıların okunmasından pek hoşlanmam.
yine de..


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...