Pages

21 Aralık 2013 Cumartesi

Okudum&İzledim: Muhteşem Gatsby

Plan yapmayı her ne kadar sevmesem de, bunun yeni bir seri olduğunu öngörür gibiyim; Okudum&İzledim serisini bu yazıyla başlatıyorum. Edebiyat uyarlamalarında her zaman kitaplara öncelik veren biri olarak, son zamanlarda kitabını okuyup filmini izlediğim eserler oldu, ben de "Neden olmasın ki?" dedim ve işte buradayım. Okudum&İzledim serisini The Great Gatsby, Türkçesi Muhteşem Gatsby ile başlatıyorum. Gatsby ile başlamamın tek nedeni ise kitabı okuyup hemen ardından filmi izlemiş olmam, ve bunları taze taze yazıyor olmam. Lafı fazla uzatmadan, F.Scott Fitzgerald'ın kitabıyla başlıyorum anlatmaya.


Gatsby'i okumak için, itiraf ediyorum ki filmin çılgınlığının geçmesini bekledim. Sonrasında nasıl olduysa, kitap sipariş ederken gözüme takıldı. Ancak klasikleri okuyanlar bilir, özellikle yabancı klasiklerde her zaman bir çeviri handikapı vardır. Hangi yayınevinden, hangi çevirmenden ve hangi baskısından alacağınızı bilemezsiniz. Bir de klasikleri sadeleştirme gibi bir olay var ki, düşmanımın başına vermesin. Ben kendi adıma, her zaman en uzun ve orjinal aslına yakın olanını tercih ediyorum, kısaltılmış versiyonlarına kesinlikle karşıyım. Bu noktada belirtmekte fayda var, klasiklerde adını bile duymadığınız yayınevlerinin  baskılarına dikkat edin. Gatsby'de ben tercihimi İletişim Yayınları'ndan yana kullandım, ki en sevdiğim ve güvendiğim yayın evlerinden biridir kendisi. Daha sonra kitap hakkında ufak bir araştırma yaptığımda, gördüm ki çoğu çeviri sorunluymuş. Kitabın orjinalinde de fazlaca tasvirler olduğu için, bunu okuyucuya en iyi şekilde yansıtmak önemli. Ben İletişim Yayınları'ndan burada da memnun kaldım. Kitaba gelecek olursak, çoğu insandan da duyabileceğiniz gibi, Amerikan Rüyası'nı çok güzel anlatıyor evet, ama bende genel anlamda bir çığır açmadı. Yine de okuduğum için pişman olduğumu söyleyemem, bir cümlesini favorilerime ekledim, sırf onun için bile okumaya değer. Gelelim kitabın artı ve eksilerine;

+
Yazar anlatmak istediği noktaya çok güzel gelmiş. Yani vermek istediği mesaj ortada. Sonunu havada bırakmamış olması bile bir artı sayılabilir. spoiler Gatsby üzerinden Amerikan Rüyası'nın çöküşü çok güzel anlatılmış, oradaki imgelemeyi sevdim. spoiler 
Sonuç olarak, kitap kendisini okutuyor, bu önemli.

-
Filmden sonra kitabın bu kadar patlaması benim için bir eksiydi, hayal gücümü kısıtladı. Örneğin Gatsby'i hep Leonardo di Caprio olarak gördüm, bu zaman zaman rahatsız ediciydi. İçine girmekte zorlandığınız tasvirler olabilir, onları alt edebildiğiniz takdirde hikayeye girebiliyorsunuz.


Filme gelecek olursak, burada itiraf etmeliyim ki, kitabını okumadığım sürece filmi sonsuza dek izlemeyebilirdim. İzlemek için, filmin popülaritesini yitirmesini, etkisinin geçmesini ve elbette kitabı okumayı bekledim. Kitabı okuduktan sonraki "Acaba film nasıl olmuş?" merakımı da saymam gerekir elbette. Film 2 saat 22 dakika, hiç de ağır gitmeyen, akıcı ve keyifli bir film olmuş. New York'u filmlerde ve dizilerde görmekten çok keyif alıyorum, ekrana çok yakışıyor bence. Gatsby'nin ihtişamını, zaman zaman kitaptan da iyi göstermiş, bazı yerleri abartılı olsa da, rahatsız etmiyor. Filmi izlemeden önce, bildiğim tek şey Leonardo di Caprio'nun Gatsby olduğuydu, onun dışındaki oyunculardan habersizdim. Hem Leonardo di Caprio'yu hem de Tobey Maguire'ı ÇOK severim, filmi sevmemde ikisinin de etkisi büyüktü. Tobey Maguire harika bir Nick Carraway olmuş, öyle ki, kitapta benim için bir anlatıcı olmaktan öteye gitmeyen Nick'i filmde baya baya sevdim. Sanırım Nick Carraway'de Tobey Maguire'a has Peter Parker naifliğini gördüm. Filmlerle ilgili uzun uzun konuşmayı çok da beceremediğimden -bunu geliştirmeyi umuyorum-, artılara ve eksilere geçiyorum.


+
Filmin bana göre en büyük artısı, kitaba sadık kalmış olması. Diyalogların bile tamamına yakını kitabın aynısıydı, bu önemli. Uyarlamaların çoğunda, biraz da uyarlama oldukları için, özgün halinde değişiklikler yapabiliyorlar, okuduğum ve sevdiğim kitaplarda bu beni rahatsız ediyor. Film için yüksek bir maliyet harcanmış olduğu belli, kaliteli  bir yapım izlediğinizin farkına varıyorsunuz. Bir diğer önemli nokta, müziklerin de güzel oluşuydu, elim zaman zaman Shazam'a gitti :) Bir de, izlerken  "Yaşlandın be Leonardo" diye düşünmeden edemedim, ama onu izlemek hala çok zevkli.

-
Yukarıda da belirttiğim gibi, her ne kadar kitaba sadık kalınsa da, abartılmış bazı sahneler vardı. Film için söylenecek pek de eksi bir yön bulunmadığından, bir tek bunu belirtebiliyorum. Derseniz ki "Favori filmin midir?" hayır, kitap favorim olmadığı gibi bu da favori filmim olmadı. Evet güzel, izlemesi keyifli, ama ikinciye izler miyim, sanmıyorum.

***

Evet, benim Muhteşem Gatsby izlenimlerim böyle. Biraz modası geçtikten sonra yazdım ama, benim her zaman yaptığım şey bu, bu tür şeyleri popüler olmadan önce veya olduktan sonra paylaşmak. Okudum&İzledim serisi, zamanını bilmemekle birlikte devam edecek, bundan böyle burada, ve etiket bulutunda bulabilirsiniz.

İyi okumalar & İyi seyirler!

12 Aralık 2013 Perşembe

Augsburg Stadtmarkt*

Almanya'nın güneyinden, Bavyera eyaleti Augsburg şehrinden selamlar! Ben bu fotoğrafları çekeli aşağı yukarı bir ay oldu, ama her zamanki gibi yazmayı döndükten sonraya bıraktım. Biraz vefasız, biraz da umursamaz davrandım, farkındayım. Umuyorum ki Augsburg meyve-sebze pazarındaki bu görüntülerle gönlünüzü alabilirim. Türkiye'deki pazarlar gibi beklemeyin, daha çok dükkan önü stand şeklindeler. Yerleri sabit, haftanın altı günü açıklar ve açılış kapanış saatleri var. Farklı coğrafyadan, farklı iklimlerden olunca, meyve sebze de haliyle değişiyor. İşte size Chrismas detaylarını da içeren Augsburg şehir pazarı.

Meyve & Sebze







Chrismas 




Çiçekler


Fotoğrafları peş peşe sıralamak yerine kolajları tercih ettim, görsellerin daha büyük halleri için üzerlerine tıklayabilirsiniz. Bir başka yazıda, mümkün olduğunca çabuk buluşmak dileğiyle.

* Stadtmarkt: Şehir pazarı




4 Kasım 2013 Pazartesi

Artık Show Radyo'dayız



Başlığa bakınca sanki kendi radyo programım frekans değiştirmiş gibi gözükebilir. Ancak burayı az da olsa karıştırmış olanlar veya beni tanıyanlar bilir, radyo benim için mühimdir. Aylar önce yazdığım Radyolarla Zaman Tüneli adlı yazımda mevcut radyomu Alem fm olarak belirtmiş, Show Radyo'yu ise maziler listesinin en başına almıştım. Fakat dostlar, gün geçmiyor ki bir değişiklik olmasın, radyolar el değiştirmesin. Her neresi olursa olsun, el değiştirmelerin sonucunda kurumlarda kadrolar genellikle değişir, Alem fm'de de aynısı oldu. Benim favori programım Nihat'la Sivrisinek de eski dostum Show Radyo'ya geçince, biz de ev halkı olarak hooop Show Radyo'ya taşındık. Bi' radyo frekansı deyip geçmeyin, evdeki radyoyu ayarlasanız bunun arabası var, uydusu var, Digiturk'u D Smart'ı var, telefon/tablet uygulaması var.. Var da var. Değişiklikleri kolay hazmedemeyen ben bile, söz konusu sevdiğim radyocular olunca, transferi öğrendiğim an bütün ayarlarımı Show Radyo'ya çevirdim. Transfer dediğim de az buz bir transfer değildi üstelik, teknik destek deyince akla gelen Murat Seymen'den, Nihat Sırdar'a, Güçlü Mete'den stajyerliğinden bu yana Alem fm'de yayın yapan Zeki Kayahan Coşkun'a kadar mühim bir topluluktan bahsediyorum. Çok kısa bir süre içinde frekans alanını genişleten ve yenilenen Show Radyo'ya 21 Ekim'de dönüşümüzü yaptık. Sevdiğim radyocular olunca, bi de Show Radyo eski jingle'larını kullanmaya devam edince, benim için Show Radyo'ya alışmak hiç de zor olmadı.

Yukarıda belirttiğim frekanslar dışında, Show Radyo'yu web'den canlı dinleyebilir, Apple ve Android uygulamalarını indirebilir, Uydudan, Digiturk'ten ve D Smart'tan da kolayca ulaşabilirsiniz. Özellikle sabah ve akşam trafiğinde zaman geçirmenin en güzel yollarından biri radyo, hala dinlemeyen varsa şiddetle tavsiye ederim :)

(bu bir bumads advertorial içeriği değildir)

30 Ekim 2013 Çarşamba

Darmaduman & Haziran

Burayı Duman ve Teoman yazılarıyla doldurmaktan ben bıkmayacağım orası kesin, ama siz bir gün kaçıp gider misiniz bilemiyorum :) Bu aralar müzik piyasasında beni çok mutlu eden şeyler oluyor, yepyeni, gıcır gıcır Duman albümü gibi mesela!



Çok sevdiğim gruplar ve müzisyenler albüm yapınca, yeniye alışma konusunda biraz daha ılımlı olabiliyorum, albümü koşarak alacak, hatmedecek hale gelebilecek kadar. Duman albümleri için de aynısı söz konusu, ancak diğerlerinden farklı olarak, ilk etapta yeni Duman albümlerine zor alışıyorum. İlk dinlediğimde "Yok ya, olmamış bu" deyip, ısrarla dinleyince mutlaka seviyorum. Darmaduman da öyle oldu, belki diğerlerine göre daha kolay alışmış bile olabilirim. Diğer albümlere göre bu sefer isyanı daha bariz görebiliyorsunuz bu albümde, her parçanın bir mesajı mutlaka var. İlk etapta dikkatimi çeken parçalar Gönül İster, Gözleri Kanlı, KöpeklerÖyle Dertli oldu. Seviyorsan İnanıyorsan akılda kalıcı bir giriş parçası olmuş, EyvallahGezi Parkı olayları ilk çıktığı zamanlardan biliyoruz zaten, Yürek radyolarda dönmeye başladı. Tüm parçalar kendine özgü, ve her birinin sözü müziği grup üyelerine ait, dışarıdan alınmış hiçbir parça veya herhangi bir cover yok. En son Altınoluk konserinde Dön Ne Olur'u coverlamışlardı mesela, o da olsa fena olmazdı ama, 13 şarkılık dolu dolu bir albüm olmuş, bu haliyle de yeterince güzel.



İkinci müjde ise Teoman'dan geldi, hem de hiç beklemediğim bir anda! Tadımlık, tek bir single ama, kesinlikle iyi geldi. Tek sıkıntım, single'ı herkesle beraber öğrenmek oldu, Teoman'a dair böyle şeyleri sonradan öğrenince resmen alınıyorum. Halbuki o gelse dese, bak şöyle bir şarkı yazdım, single olarak sürsek mi piyasaya dese, onu piyasaya sürmese bile ben dinlemiş olsam, her şey yolunda olacak. Parçayı görür görmez, daha dinlemeden ilk tepkim "Hem dee benden habersizz??!!" oldu, ama yine de linkine ışınlandım. Yine depresif bir şarkı olmuş, insanın içini burkan cinsten bir Haziran şarkısı. O ses tonuyla, o müzikle, "Bitmiş Haziran.." derken, Temmuz ayında bile depresyona sokabilir insanı. Ama özledik mi, evet özledik, orası kesin! O yüzden, iyi ki geri döndü diyor, ve Haziran'ın yeni albüm habercisi olmasını umuyoruz.

Sokakkedisi ile Müzik Haber'den bu haftalık da bu kadar, diğer yazılarda görüşmek üzere!

18 Eylül 2013 Çarşamba

2013 Yazı'nda Son Durak: Ayvalık

Evet sevgili okur, sanıyorum bu artık 2013 yazının benim için son aktivitesi. İçim kan ağlayarak yazın bittiğini kabulleniyorum. Yaza ne kadar çok şey sığdırırsam sığdırayım, değil üç ay, üç sene sürse yine bana yetmeyecek, biliyorum. Tek tesellim, Eylül ayına muhteşem başlamış, ve yaza güzel bir nokta koymuş olmam. Hiç beklemediğim bir anda Ayvalık'ta buldum kendimi, mütevazı olmaya gerek yok, çok da iyi oldu.

Aslında uzun zamandır bir yazarlık atölyesine katılmak istiyordum, ama nereden ve kiminle başlayacağım hakkında bir fikrim yoktu. Yazarlık atölyeleri yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan bir şey, henüz Türkiye'de kendine bir yer edinme aşamasında. Yaz başında Seferihisar'da yazarların deneyimlerini paylaştığı bir atölye olmuştu, ve ben de maalesef kaçırmıştım. Fakat şanslıymışım, benzer bir organizasyonu, belki biraz daha ufak çaplısı Ayvalık'ta gerçekleşti. Ben de madem bu kadar yakınıma geldi, gitmeden olmaz dedim ve soluğu Ayvalık'ta aldım.

Her gün iki saat süren, ve Seferihisar'dakinin aksine ücretsiz geçen bu atölyelerde, Mario Levi, Mine Söğüt, Aslı Tohumcu, Murat Gülsoy ve İnci Aral'la birlikte yazmak üzerine bol bol düşündük ve konuştuk. Bir romanın/öykünün nasıl ortaya çıktığını, bir karakterin nasıl hayat bulduğunu, yazarın hangi yollardan geçtiğini, nerede tökezlediğini o yazarın kendisinden duymak çok güzeldi. Zaman kısıtlaması olduğundan, fazla alıştırma yapamadık belki ama, benim için bir tecrübeli bir yazarın yazarken yaşadıklarını duymak, onun zorluklara nasıl göğüs gerdiğini dinlemek, ve elbette yeni fikirler edinmek açısından çok faydalı oldu. Standart bir yazarlık atölyesinin haftalar sürdüğünü göz önünde bulundurursak, alıştırma fırsatı olmaması normaldi, ama kimsenin bir şikayeti olmadı, çünkü hepimiz can kulağıyla dinledik. Yazarların her biri bana farklı fikirler verdi, her biri bende yeni kapılar açtı diyebilirim, kafamda yeni sorular ve yeni cevaplarla atölyeyi tamamladım.

Yazar atölyelerine katılma imkanını bize sunan Ayvalık Belediyesi'ne, bu organizasyonu tertipleyen ve her detayıyla ilgilenen Neslihan Acu'ya, bizi çok güzel ağırlayan Beyaz Yalı Butik Otel'e teşekkürü borç bilirim, her şey çok güzeldi.






25 Ağustos 2013 Pazar

Ağustos: Bir Ay, Üç Konser

Yaz yine hızla akıp geçmeye, bizi de ona yetişmek zorunda bırakmaya devam ediyor. En sevdiğim yaz aktivitelerinden biri olan konserler bu sene peş peşe olunca, bana ortalama 6 günde 1 İstanbul yolları göründü. Araya bir de bayram tatili girince işler iyice karman çorman oldu, ama dedim ya, hepsi o kadar peşpeşeydi ki bayramda bile konsere gittim. Hepsi bana ayrı ayrı mutluluk verdi. Bir de, konser/festival ortamını öyle özlemişim ki anlatamam. Hani bir çadır atsalar, gidip kalacağım, o derece. Şimdilik 3 konserle sakinleştim diyebilirim, ilerleyen zamanlarda kimler Türkiye'ye gelir, ben kimlere giderim bilinmez, ama bu Ağustos benim için konser ayı oldu, orası kesin.



Açılışı Roger Waters ile yaptım. Zaten hakkında pek çok kez yazıldı çizildi o yüzden ben de aynı şeylerden bahsetmeyeceğim. İtiraf etmeliyim ki Roger Waters benim bilinçli seçimim değildi. Bizim evde Pink Floyd hastası babamdır, aylar öncesinden konser haberini duyunca, kendisinin talimatıyla hemen biletleri kaptım. Açıkçası konser için pek bir beklentim yoktu, tabi ki elementary düzeyde Pink Floyd biliyorum, yani kendimi konserde idame ettirecek, şarkılara az çok eşlik edecek seviyedeyim. Ama "duvar" konseptinden habersizdim, babam konserde neler olacağından bana bahsettiyse bile, bu sefer ben sürpriz bozulmasın diye evdeki Live In Berlin dvd'sine yanaşmadım. İyi ki de izlememişim, çünkü en beklentisiz olduğum şeyler hep güzel çıkar, Roger Waters'ta da aynı şey oldu. Çoğu insan gibi ben de hayatımda böyle bir sahne izlemedim diyebilirim, konser süresince hem büyülendim, hem ağladım, hem güldüm, hem de eşlik ettim. Roger Waters ilk günden Gezi Parkı'na verdiği destekle gönül telimizi titretmişti zaten, konserde de aynı şeyi yaptı. Duvara yansıyanları görmeyen kaldı mı bilmiyorum ama, burada görsellere yer vermeyeceğim, çünkü konser boyunca çektiğim fotoğraf sayısı sıfır. Bu da, konser boyunca ne kadar etkilendiğimin kanıtıdır. Bir daha Roger Waters'ı izlemek kısmet olur mu bilmiyorum ama, bir kez olsun böyle bir konser izlemek de kendimi şanslı hissetmeme yetiyor. Bunun üzerine herhangi bir sahneyi beğenebilir miyim bilmiyorum, umarım her şeye burun kıvıran biri olup çıkmam :)



İkinci konser haberi, tam da "Öff ya, artık kimse de Altınoluk'a gelmiyo" diye söylenirken, çarşıda afişin karşıma çıkmasıyla geldi. Duman sevgimden daha önce bahsetmiştim. Bayramın ikinci günü Altınoluk Amfi Tiyatro'da olacaklarını öğrenince, Serap'ı aradım ve koşarak biletleri aldım. Duman'ı toplamda altıncı, Altınoluk'ta ise üçüncü izleyişim olacaktı, ama ben ilk günkü kadar mutluydum. Korkunç kalabalık bayram atmosferini saymazsak, konser çok güzel geçti diyebilirim. Serap'la hem nostalji yaptık, hem de çok eğlendik. Bu sefer sahne şovu olmasına gerek yoktu, çünkü Kaan, Batuhan ve Ari sahneye çıktığı anda eski arkadaşlarıma gelmişim hissine kapıldım, ve onları tekrar Altınoluk'ta gördüğüme çok mutlu oldum. Anlaşılan onlar da mutlu olmuş ki, 21.45'te çıktıkları sahneyi 01.00'da ancak terk ettiler, Kaan şarkı aralarında hiç yapmadığı kadar konuştu, eski/yeni her şeyi çaldılar. Bir tanesi hariç! Duman'ı son izlediğimde, yine aynı şarkı için sızlanıyordum ki, çıkışta Batuhan'a denk gelip bizzat kendisine de sızlanmıştım. Yine yine ve yine çalmadılar, canları sağolsun, Duman bugün olsun, yine dinlerim. Onlar iyi ki varlar, iyi ki geldiler.



Konserlerden sonuncusu Placebo idi, lise hayatımın olmazsa olmaz gruplarından biri. Onların da Türkiye'ye ilk gelişleri değildi ama ben hepsini itinayla kaçırmıştım, o yüzden bu sefer gözümü karartmıştım, tek başıma da olsa gidecektim. Tam da bu düşüncemi dile getirmiştim ki Cem, "Ben ne güne duruyorum?" dedi ve biz bir süre biletlerin satışa çıkmasını bekledik. Yine ışık hızıyla alınan biletlerin ardından, 16 Ağustos Cuma günü Brian Molko'yu canlı görmek ve dinlemek için Parkorman'daydım. Açık söylemek gerekirse konser pek parlak değildi, bir de ben konser esnasında şarkılarda yapılan değişiklikleri sevmiyorum, hep olduğu gibi yorumlansın istiyorum. Bu yüzden de bazı anlarda pek keyif alamadım. Ama Brian Molko'nun kanlı canlı karşımda olduğunu idrak ettiğim her an çok mutlu oldum, yani konsere gittiğime asla pişman değilim. Konser biraz daha uzun sürsün, seyirciyle biraz daha iletişime geçsinler isterdim örneğin, ama Every Me Every You, The Bitter End, Song to Say Goodbye, Meds, Twenty Years, Infra Red gibi şarkılara eşlik etmek bile güzeldi. Yine de, beni o kadar kesmedi ki, bir süre kendi kendime söylemeye devam ettim :) 

***

İşte konser hikayelerim böyle, her biri farklı, her biri güzeldi. Şimdilik sırada pek kimse yok gibi, ama bir Muse gelse hayır demem mesela, veya yollarımız kesişse Teoman'a uçarak giderim. Yeni etkinlikler için hatta kalın, ne olur ne olmaz :)


17 Temmuz 2013 Çarşamba

İlk Couchsurfing Deneyimi ve Bazı Notlarım



Uzun zamandır beynimi kemiren seyahat fikri, dünyanın en pahalı pasaportunu alıp bir de Schengen vizesini yapıştırınca netleşmeye başladı. Her ne kadar bugüne kadar bağımsız seyahat etmemiş olsam da, "gitmek" hep bastıramadığım bir dürtüydü. Kalabalık turlarda bile hep gruptan koptum, hep uzaklara attım kendimi. İstediğim bir yığın insanın içinde, bana ayrılmış sürede fotoğraf çekmek değildi çünkü, ben bilmediğim sokaklarda, kaybola kaybola gezmek istiyordum. Turistik olsun veya olmasın, o an ilgimi çekebilecek, tesadüfen yoluma çıkmış her şeye ilgi duyabilirdim. Ama acemi, yeni yetme bir gezgin adayıydım. Yol arkadaşı arasam, mevcutlarda o da yoktu. Olanlar da iş, güç, pasaport, vize engeline takıldığından, biraz da ben iç güdülerimle yolculuk yapmak istediğimden, yol arkadaşı seçeneğini de eledim. Çoğu insana göre yalnız yolculuk sıkıcı, anlamsız hatta korkutucu olabilir, ben ise nedenini açıklayamadığım bir şekilde yalnız yolculuk yapmak istiyordum. Ama nereye, nasıl? Derken kafamda bir şimşek çaktı, "Bir Couchsurfing vardı, ne oldu ona?" şeklinde. Bütün bir yazı gezginleri ağırlayarak geçirebilecekken, Eylül ayında keşfedince üye olup hayıflandığım Couchsurfing'e hep ev sahibi olurum gözüyle bakmıştım. Oysa ben de gezgin olabilirdim. Bu fikre sarılarak, siteyi didik didik etmeye başladım.

12 Haziran 2013 Çarşamba

#direntürkiye


Hala direniyoruz. Beğenilse de, beğenilmese de.
Haftasonu Yunanistan'daydım. Gidip gitmeme konusunda da son güne kadar kararsızdım.
Sonra düşündüm. Ülke bu haldeyken, başkaları daha önce planlandığı için gidiyorsa, ben de gidebilirdim.
Ve gittim. 
Anlatacak çok şeyim var, ama onlar bekleyebilir.
Tanıştığım herkes bana direnişi sordu. Bilenlerle, bilmeyenlerle uzun uzun konuştum.
Hepsine söylediğim istisnasız tek bir şey vardı: Direnen herkesle gurur duyuyorum.
Fotoğraf University of the Aegean'dan. 
Kanı pahasına sokaklarda mücadele eden Türkiye'nin yanındayız diyor yazıda.
Ege'nin öbür tarafından selam getirdim.
Direnişe devam.

4 Haziran 2013 Salı

Bu Blogda Direniş Var


Bundan bir hafta öncesine kadar anlatacak yeni hikayelerim vardı oysa. Şimdi sanki o bir hafta önceki kız ben değilmişim gibi geliyor. O kadar dolu bir haftaydı benim, ve hepimiz için.

Birilerinin deyimiyle "sökülen üç beş ağaç için", doğru deyimiyle Gezi Parkı için olanları ilk gününden beri takip ediyorum. Her şey 31 Mayıs'ta patlak verdi ama, aslında direniş 28 Mayıs'ta başladı, sessizce. İnsanların hep beraber sakince oturduğu, kitaplarını okuduğu, gitarlarını çalıp şarkılarını söyledikleri bir yerdi Gezi Parkı. Ardından işin seyri bir anda değişti. Sabahın 5'inde, saldırılarla, çadırları yakılarak uyandı insanlar. Sonrasını hepimiz biliyoruz, ama eksik, ama fazla.

Daha önce de bahsettim, Mayıs ayını çok severim. Yazın başlangıcıdır benim için. Fakat hiç böyle bir Mayıs geçirmemiştim. 1 Mayıs'taki İşçi Bayramında olanlarla başladık, Reyhanlı Patlaması, Alkol "Düzenlemesi", Üçüncü Köprü ve son olarak Gezi Parkı geldi. Belki daha söylenecek çok şey var, ama genel hatlarıyla Mayıs ayı böyle geçti bizim için.

Gezi Parkı'nın ilk direnişçileri de olayların bu noktaya geleceğini tahmin etmemiştir bana göre. Her ne kadar olaylar Gezi Parkı'ndan çıktıysa da, halkın "Yeter" çığlığıydı aslında. İdeolojik derseniz, o da olur. Herkes aynı ideolojiyi savunmak zorunda değil. Anlatamadığımız nokta bu.

İlk etapta 31 Mayıs çok zor geçti benim için. İstanbul'da olanları Twitter'da an be an izledim, neredeyse başka hiçbir şey yapmaksızın. Gelen her fotoğrafta, her videoda ağlıyordum. Medyanın suskunluğunu, siyasilerin suskunluğunu, polisin orantısız gücünü anlatıp herkesin konuştuklarını burada tekrarlamayacağım. Şu an burada yazıyor olmak bile benim için çok zor. Çünkü bir hafta önceki kız değilim artık. Konuşamıyorum, gülemiyorum, paylaşamıyorum. Orada değilim, orada olamıyorum. Dünyanın en aciz duygularından biri de, kendi ülkende olup biteni yabancı basından takip etmek olsa gerek. En az gördüğüm fotoğraflar, videolar kadar incitti bu beni. O gün nasıl uyuduğumu, daha doğrusu nasıl sızdığımı hatırlamıyorum bile.

1 Haziran'da olaylar diğer şehirlere de sıçradı, bunlardan biri de benim bulunduğum şehirde gerçekleşti. Apolitik bir insan değilim, siyasetle yatıp kalkan bir insan da değilim, çok şükür düşünebiliyorum ve kendi fikirlerim var. Bu yüzden gittiğim ilk eylemdi. Önceki günün aksine üzerime bir kararlılık çökmüştü. Bilenler bilir, fiziken pek güçlü biri sayılmam. Sizin aldığınız basit bir darbe, benim kemiklerimi kırabilir. Buna rağmen içimde en ufak bir korku olmadı, lenslerimi çıkarıp gözlüklerimi taktım, sanki her zaman yaptığım bir şeymiş gibi, maske görevini görsün diye aldığım bir şal, ve çantama attığım bir limonla çıktım evden. Başta her şey normal başladı, bildiriler, sloganlar ve yürüyüş. Yine bilenler bilir, Balıkesir'in merkezi avuç içi kadar yer. Milli Kuvvetlerden Anafartalar'a, oradan Altı Eylül pasajından Akp il binasına doğru ilerlersiniz. Polis tabi ki barikatını o kısma kurmuştu. O an anladım ki, polis bizi korumuyor. Polis Akp binasını koruyor. İçinde hiç kimsenin olmadığı bir bina! Sonrasını fazla detaylı anlatmaya gerek yok. Bizim Toma'mız yoktu ama olanlardan nasibimizi aldık.

Günlerdir devam ediyor. Her an, her saniye yeni şeyler duyuyoruz. Kimisi doğru, kimisi yanlış. Olaylar çarpıtılmaya çalışıyor. Anlatılacak çok şey var, ama kelimelerimin bittiği yerdeyim. Dün ilk defa, birkaç saatliğine sosyal medyadan uzaklaştım. Biraz gülecek oldum, hemen kendimi suçlu hissettim. Normal hayatı tuhaf buldum. Canım hiçbir şey yapmak istemedi. Günler uzadı, ne adam gibi uyuyabildim, ne de yemek yiyebildim. Sürekli Gezi Parkında, Taksim'de, Beşiktaş'ta, Kızılay'da, Gündoğdu'da olduğum için mi? Hayır. Ama aslında hepsindeyim, kafamı oradan başka hiçbir yere veremiyorum. Ne iki satır bir şey okuyabiliyorum, ne de bir şey izleyebiliyorum. Arka fonda Halk tv-Cem tv-Ulusal Kanal üçlüsünden birinin olmasına o kadar alıştım ki, bir an Atv'yi görünce yadırgadım. Değiştirmek için dayanılmaz bir istek duydum. İzleyemiyorum artık hiçbir kanalı. Zaten televizyonla arası olan biri değilim, artık tahammül bile edemiyorum. Bundan sonra da ne o kanalları, ne de onların gazetelerini okuyacağımı sanmıyorum.

Anlatacak çok şey var ama nasıl toparlayacağımı bilmiyorum bu gece. Hangisini anlatayım, henüz ölen Abdullah Cömert'i mi, kulağı kopan, gözü çıkan insanları mı, Kuğulu Park'ta şiddetten nasibini alıp can veren kuğuları mı? Yoksa bir haftada çapulcu, ayyaş, aşırı uç oluşumuzu mu? Yatıştırması gerekenlerin halkı daha beter kışkırtmasını mı anlatayım? Hepsini biliyoruz zaten. Dediğim gibi, belki eksik biliyoruz, belki fazla. Belki bana katılıyorsunuz, belki de katılmıyorsunuz. Ama burası benim blogum. Hala düşündüğümüzü söyleyebiliyorken, söylemek istiyorum. Kimseyle tartışmak da istemiyorum. Bu yüzden, yorumlara kapalı bir yazı olacak. Ben de düşüncelerimi söyleyip ardından herkese kulağımı tıkayacağım, onun gibi.

Pek çok blogda olduğu gibi, burada da direniş var. Hikayeler anlatmak gelmiyor içimden. Başka bir şey anlatırsam kendimi suçlu sayacağım çünkü.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Komşuya Gittim Geldim: Kos 3.Gün

Gezinin birinci günü için sizi buradan, ikinci günü için ise şuradan alalım.

***

Üçüncü günümüz aynı zamanda dönüş zamanı olduğu için, feribot saatine kadar bizi yoğun bir program bekliyordu. İlk durağımız, ilk yazıda bahsettiğim Asklepion'du, yani adadaki antik hastane. Burası bizim Bergama'dan da eskiymiş. Hala yemyeşil ve o kadar güzel bir havası var ki, buranın şifahane olmasına şaşmamalı.

Harita sevgim geçmek bilmiyor.

Buradaki oksijeni düşünebiliyor musunuz?

Tepeden Asklepion manzarası.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Komşuya Gittim Geldim: Kos 2.Gün



Kos'taki ikinci günümüze yine aynı muhteşem kahvaltıyla başladık. Daha önce de söylediğim gibi, hep güler yüzlü insanlarla karşılaştık. Temizlik görevlisinden resepsiyonistine kadar, odadan kahvaltı salonuna kadar yirmi kişiyle günaydınlaşmış olabiliriz. Size öyle gülümserlerken, siz de bir anda kendinizi onlara ka-li-meee-ra derken buluyorsunuz.

Kahvaltıdan sonra yine bir dinlenme ve deniz&havuz molasından sonra yola koyulduk. Ben Yunan adası, Ege mezeleri falan derken kendimi Uzo'ya hazırlamıştım ama, adanın şarapları meşhurmuş meğer. Bu yüzden de bir şarap evine uğradık, adanın şaraplarından tatma fırsatı bulduk.

Şarap fabrikasından bir görüntü.

Üzüm bağları ve Ege Denizi.

21 Mayıs 2013 Salı

Komşuya Gittim Geldim: Kos 1.Gün

Yeni gezi yazılarıyla geleceğimi söylemiştim! İşte onlardan ilkiyle karşınızdayım. Komşu'ya gittim geldim, geçtiğimiz haftasonu on iki adadan biri olan Kos adasındaydım. Kos, Güney Ege'de, bizim Bodrum'un tam da dibinde, minik ve şirin bir adacık. Yolu Bodrum'a düşenler bilir, her iki taraftan da oldukça sık gidiş gelişler var. Günü birlik giden de çok, zaten yeşil pasaportlara vize kalktı mertlik bozuldu, mesafe de az olunca Bodrum'dan bir çıkıyorsunuz, hooop Yunanistan'dasınız.

Toplamda 2 gece 3 gün olan turumuz, sabah 09:00 feribotu ile Bodrum'da başladı. Bodrum Limanı ve Kos Limanı arası ortalama bir saat sürüyor. Haftasonuna denk geldiyseniz haliyle pasaport kuyruğu almış başını gidiyor olabilir, bu yüzden erken gitmekte fayda var. Bunu özellikle turla değil de bireysel gidiyorsanız yapmanızı öneririm, çünkü gezi gruplarının arasında kalıp kendi feribotunuzu kaçırabilirsiniz.

Feribot adanın merkezi Kos şehrine yanaşıyor. Yani indiğiniz yerden adanın merkezine gitmek için fazla bir mesafe gitmiyorsunuz. Her ne kadar deniz olan yerlerde yön bulmak daha kolay olsa da, şöyle bir haritayla görsellere başlıyorum, gezi yazısı fotoğrafsız olmaz, öyle değil mi?


2 Mayıs 2013 Perşembe

Yenilendik!

Sevgili okuyucu, eğer buraya geçerken uğramadıysan, ilk gelişin değilse, beni Reader'dan okumuyorsan, şu an blogun temasının değiştiğini anlamışsındır. Ve eğer beni biraz olsun tanıyorsan, değişikliklere olan hislerimi de bilirsin. Evet yanlış görmüyorsun, yenilendik, blogum ve ben! Nasıl mı oldu? Ah, inan bana çok zor oldu. Anlatacağım.

Aslına bakarsan uzun zamandır kafamda evirip çeviriyordum tema değişikliği fikrini. Millet haftada bir tema değiştirir, ben en son temamı 2011'in Ocak ayında yenilemişim, hala düşünüyorum. Ama dedim ya, kolay değişemiyorum ben. Değişebilmek için sıkılmam, huzursuz olmam, gemileri yakmam gerek. Tabi burada gemileri yakacak kadar büyük bir değişiklik söz konusu değil. Dünya için küçük, benim için büyük bi adım diyelim, klişe yerini bulsun. Ama yine de, zamanı geldiğinde değişiklikleri ben de seviyorum. Benim sevmediğim zoraki, emri vaki yapılan değişiklikler. Neyse.

Bir süredir temalara bakıp bakıp içim sıkılarak kaçıyordum gerisin geri. Geçen gün Melodram'ın blogunda Özel Tasarım, ücretsiz blog temaları! isimli yazıyı görünce bir bakayım dedim. Orada aradığımı bulamadım ama, bir süre Google'ın içinde kayboldum, ve nasıl olduysa şu anki temamı buldum. Bu bir süre diye adlandırdığım Google'ın içinde kaybolmam süresinde Cem'in başının etini yedim. O da sağ olsun beni kırmadı, hatta beni haddinden fazla ciddiye aldı, bana güzel temalar bulup önerdi, hazır eli değmişken beni bir kez daha ikna etmeye çalışıp Wordpress'e geçirmeyi denedi, yeni alan adı alalım dedi, ama ben yine ikna olmadım. Sanırsın kestane rengi saçlarımı sarıya çevireceğim, öyle tripteydim. İstediğimin beyaz ve ferah bir tema olduğunu biliyorum, gerisi yok. Korkunç bir kararsızlık, hiçbir şeyi beğenmeme hali. Bir yandan Cem'in temaları çok güzel, ama bana göre fazla ciddi, diğer yandan Blogger'ın temalarını fazla cicili bicili buluyorum, feci haldeyim yani. Bir ara dedim, bembeyaz bir tema yapıp bir headerla işi bitireyim, onu da beceremedim. Google'a cute blogger templates yazıp şuurunu kaybeden bi insanım sonuçta, CSS falan benim neyime yani. Tam umudu kesiyordum ki, şu anki temayla karşılaştım. Odam dağınık, ben dağınığım, blogu da az kalsın dağıtıyordum ama, o şimdilik felaketin eşiğinden döndü.

Diğer yandan, ne zaman yeni kalemler ve defterler aldığımda daha çok yazan çizen ben, bu tema değişikliğiyle daha fazla yazabilmeyi umuyorum. Değişimin bloguma ve bana iyi gelmesi dileğiyle!

24 Nisan 2013 Çarşamba

İtalya Notlarım

Evet bu aralar leyleği havada gördüm, hem deyim anlamıyla, hem de gerçek anlamıyla. Gerçekten leyleği havada görmek çok gezmeye işaret midir bilmiyorum ama, bu aralar sıkça gezi yorumlarıyla karşınızda olabilirim, demedi demeyin :)

Yıllar sonra çekirdek aile olarak resmi tatil ve haftasonunu birleştirerek bir yurtdışına çıkalım dedik, gitmişken sıcak bir akdeniz ülkesi olsun dedik, güzel yemekler yiyelim dedik, bi de uzun bi vize çıksın ki yazın da gezelim dedik ve sonuç olarak kendimizi Roma'da bulduk. Dört gün Roma gibi bir şehre tabi ki yetmezdi, bir gününü de Napoli'de geçirince, kalan üç günü elimizden geldiğince dolu dolu geçirmeye çalıştık. Uzun bir gezi yazısı yazmak yerine kısa notlar çıkarmayı tercih ettim, buradaki kişi ve kurumlar tamamen gerçektir, ancak fikirler kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir.

- Öncelikle belirtmeliyim ki, Roma muhteşem bir şehir. Tam tabirle, yapmışlar olmuş. Hiçbir yapı sıradan değil, her şey muazzam ve birbiriyle uyumlu. Bugüne kadar korunmuş ve korunmaya devam ediyor olması da ayrı bir artısı.
- Roma meydanlar ve çeşmeler şehri. O kadar çok meydan, o kadar çok çeşme vardı ve hepsi de o kadar güzeldi ki, hayran olmamak elde değil.
- İtalya yemyeşil bir ülke. En çok sevdiğim yönlerinden biri oldu diyebilirim. Şehir içi şehir dışı her yer yeşil, o eski yapılarla bile o kadar uyum sağlamış ki ağaçlar, insanı rahatlatan bir güzelliği var.
- Özellikle Roma'da kalacaksanız otelin konumu çok önemli. Otel lüks olsun, konforlu olsun diye beş yıldızlı otellere rezervasyon yaptırıp şehirden uzak kalmayın. Tabi ki bu benim şahsi fikrim. Ama ortalama bir otelde, Roma terminalinin dibinde kalarak biz metroyu da kullandık, yürüme mesafesinde bir sürü yere gittik, taksiye de fazla bir ücret ödemedik.
- Metro demişken, hırsızlığa karşı dikkatli olmakta fayda var. Sadece bizim turda bile iki kişinin cüzdanı çalındı. Ama bu gözünüzü korkutmasın, metrobüse binen insanlarız sonuçta, Roma metrosu koymuyor :)
- Kolezyum, Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri gibi yerlerin yanı sıra, Pantheon tapınağı da çok beğendiğim yerlerden biriydi, tura dahil olmasa da rehberin tavsiyesiyle gidip gördük, iyi ki de görmüşüz.
- Pantheon tapınağının yakınındaki restoranlardan birinde Sebzeli Risotto'ya aşık oldum, zaten pirinçle büyük aşk yaşıyoruz, Risotto tuz biber ekti.
- Vatikan ayrı bir dünya. Dünyanın en küçük ülkesi deyip geçmeyin, ben orada da kayboldum. Ayrıntılar bir sonraki maddede.
- Salih hocadan o kadar duymuşken, Sistine Chapel'i görmeden dönemezdim. Yağmurlu bir günde tek başıma orada dolaşmak, Michelangelo'nun eserlerini ise çıplak gözle görmek mükemmeldi. Fotoğrafla anlaşılamayacak bir güzellik, ben ki Ortaçağ, Rönesans gibi kavramlara yakın ilgili olmayan biri olarak çok etkilendim, heyecandan titredim diyebilirim. İyi ki görmek için diretmişim, iyi ki sıra beklememek için ekstra ücretli biletlerden almışım dedim. Ancak Vatikan Müzesi ve Sistine Chapel o kadar büyük ki, çıkışı bulmam bir hayli uzun sürdü, yani Vatikan deyip geçmeyin, kaybolabiliyorsunuz.
- Her ne kadar İtalyanlarla kahvaltı konusunda uyuşmasak da, öğlen ve akşam yemeklerini zevkle yedik. Bir Margarita pizzadan bile muazzam zevk alabiliyor insan. Makarnaya pizzaya doyduk ve gariptir, hiç sıkılmadım.
- Sanıyorum İtalyanlar evde yemek yapmıyorlar, o kadar çok restoran var ve yemekler o kadar ucuz ki, gerek duymuyor olabilirler. (Ucuz derken, birim fiyatını kastediyorum, gidince Türk lirasına göre hesaplayıp bana kızmayın :)
- Aynı zamanda İtalyanlar kelimenin tam anlamıyla bol kepçe porsiyonlar yapıyorlar. Yine kahvaltı hariç hiçbir öğünden aç kalkmadım, aç kalkmayı bırakın, yerimden kalkamadım :)
- Tortellini'yi o kadar sevmeme rağmen yemek kısmet olmadı. Onun yerine bir sürü şey denedim, ve yediğim hiçbir şey dokunmadı, zeytinyağına alışıksanız sizde de durumun farklı olacağını sanmıyorum.
- Kahvekolikler için pek aydınlatıcı bilgiler veremeyeceğim, neredeyse hiç kahve içmedim diyebilirim. Şu sıralar kahve bana sınav zamanlarını, sunum raporlarını ve tez yazımlarını hatırlatıyor. İçimdeki Turco çıktı, bol bol çay aşerdim.
- Yemek yerken şarap için, ev yapımı şaraplara asla hayır demeyin.
- Roma dondurması elbette muhteşem, orada da bol kepçeler, iki top dondurma bizim dört top dondurmamıza eşittir herhalde.
- İtalyanca'dan bıktım. İngilizce konuşup İtalyanca cevapları anlamaya çalışmak bir süre sonra gerçekten sinirlerimi bozdu, Roma böyleyse diğer şehirlerde İngilizce bilen yoktur diye düşünüyorum, bilenler aydınlatabilir.
- Bir süre sonra pes ettim, grazie, si, buongiorno falan demeye başladım, turist sevimliliğiyle bir iki kelime konuşunca hoşlarına gidiyor.
- Napoli de çok güzel bir şehir, evleri değil ama sahil şeridi bana biraz İzmir'i hatırlattı. Ve Napoli gerçekten pizzanın anavatanı, orada yediğiniz pizzayla Roma'daki pizza arasında fark var.
- Napoli'ye gitmişken Pompei antik kentini görmeden gelmeyin, sizi çok şaşırtan detaylar bulacaksınız. Söylemiyorum sürpriz olsun :)

Benim İtalya notlarım bu kadar, sıcağı sıcağına yazdım ki unuttuğum, atladığım bir nokta olmasın. Bir sonraki gezi yazısını en kısa zamanda yazmak dileğiyle, ciao!

14 Nisan 2013 Pazar

Ortaya Karışık: Alaçatı, Ot Festivali, Orhan Veli...

Haftasonu Çeşme'deydik. Biten kışın coşkusu, hava değişimi, sırf yol gidecek olmak falan derken, gidilen yerin pek de önemi olmadı aslında. Çeşme'ye kadar gelmişken, Alaçatı'ya girmemek olmaz dedik, ve Pazar kalabalığı, Ot festivali dinlemedik, Alaçatı'da aldık soluğu.

Önceki gece alkollü halimle bulanık görüşümü (!) saymazsak, Alaçatı'yı ilk kez gördüm diyebilirim. Yalnız gecesiyle gündüzü arasında dağlar kadar fark var, nispeten geç bir saatte gittiğimiz için makul bir insan topluluğuyla beraber yazdan kalma bir gecede Alaçatı mükemmeldi. Gündüz ise olaylar tam tersine döndü, sıcakta ve ayık kafayla kalabalık hiç çekilmiyor dostlar. Alaçatı'nın kendisine katiyen bir lafım yok, kelimenin tam anlamıyla Alaçatı'nın kendisi çok iyi fakat çevresi kötü. Festivalin de verdiği yetkiye dayanarak duyan gelmiş. Bizimki tamamen tesadüftü, gelmişken Ot Festivali'ni de görelim istedik. Ben bir ultra yemek seçiciyim ve önyargıda dünya markasıyım, ama konu sebzeler ve otlar olunca nedense bunları bir kenara bırakıyorum. Tok karnımla bile şartları zorlayarak standlardaki yemeklerden gözüme kestirdiklerimi tattım. Benim için baharın cemrelerinden olan enginara da doyunca, artık etkinlik benim için önemini yitirdi ve kendimi kalabalıktan olabildiğince uzağa attım.*

Baktım bizimkiler alışverişe doymuyor, ben gruptan koptum ve kendimi tenha sokaklara vurdum. İnsanların azalıp kedilerin çoğaldığını görünce anladım ki, doğru yoldan gidiyorum. Derken gözüme bir levha ilişti, Keyfekeder Kitap vs. diye. Kitapçıları zaten severim, bir de o levha çölde vaha gibi bir anda karşıma çıkınca, gösterdiği yöne gitmeden edemedim. İlerledikçe aynı levhadan iki tane daha gördüm ve sonunda kitapçıya ulaştım. Keyfekeder Kitap vs. çok keyifli bir yer, kahvenizi içebileceğiniz, hobi kitaplarını karıştırabileceğiniz, sessiz ve çok huzurlu bir kitap-kafe. Şu sıralar pek kitap alma havamda olmadığından -okuma hızımdan daha yüksek bir satın alma hızım var maalesef- amaçsızca dolanıyordum ki, karşıma o çıktı.

Bilenler bilir, ne zaman bir kitapçıda Orhan Veli görsem, Bütün Şiirleri'ni açar ve rastgele bir şiir seçerim kendime. Ve o şiirin bana o gün almam gereken mesajı verdiğini düşünürüm. Bu sefer elimde tuttuğum Bütün Şiirleri değildi, Yapı Kredi Yayınları'nın basmış olduğu Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti - Kendi Sesinden Şiirler idi, ki böyle bir şeyin varlığından haberdar değildim, bunu utanarak söylüyorum. Kız kardeşi Füruzan Yolyapan'ın yıllarca sakladığı ve klasik bantlardan da eski bir teknikle kaydettiği, Orhan Veli'nin sevdiği 22 şiirinin cd'si de kitaptaydı. Orhan Veli'yi çok seven, ve şiirlerini Müşfik Kenter'den duymaya alışık olan ben, şiirleri Orhan Veli'nin kendi sesinden dinleyecek olma fikriyle inanılmaz heyecanlandım. Merakla kitabı açtım hangi şiirler var diye, yine rastgele ve yine ortadan, kim geldi dersiniz? Benim dünyalar tatlısı Kuyruklu Şiir'im! Tabii ki bunu bir mesaj olarak algıladım, ve kitabı kaptığım gibi kasaya yöneldim. Keyfekeder Kitap vs. bana bir de kedili Alaçatı ayracı hediye etti, ona da ayrıca mutlu olduğumu söylemeliyim.

Eve gelir gelmez ilk işim cd'yi çalıştırmak oldu. Orhan Veli'nin favorim olan birkaç şiirini kendisinin de seçip kaydetmesine çok mutlu oldum; kayıtları saklayan, yayınlayan, yayınında emeği geçen herkese teşekkür ettim. Tren Sesi, Yolculuk, İstanbul Türküsü, Denizi Özliyenler İçin ve Dalgacı Mahmut gibi şiirlerin yanı sıra, şairin Karagöz oynattığı bir kaydı da var. Orhan Veli bir kere daha yüzümü güldürdü, ve bu muhteşem eser de artık koleksiyonumun önemli bir parçası olarak yerini alacak.



* Tabi ki burada okuyucu, yazan kişinin espri yaptığını biliyor, yoksa festivalin önemsiz olması gibi bir durum söz konusu değil

27 Mart 2013 Çarşamba

Sahilde Kafka



Bundan aylar önce, Sergül'ün bir yazısında detaylı olarak okumuştum Haruki Murakami'yi. O aralar 1Q84 yeni çıkmıştı, ben değil Murakami, tek bir Japon yazar bile okumamıştım ve iyi bir okuyucu sayılmama rağmen tuğla ebatındaki 1Q84'ü almaya cesaret edememiştim. Ancak Sergül Murakami'den ve kitaplarından o kadar güzel bahsetmişti ki, onun verdiği bilgiler ışığında bir Murakami kitabı okumayı zihnime not etmiştim.

Bir Murakami kitabı dedim ama, aslında o günden beri aklımda Sahilde Kafka vardı. Sergül de bahsetmiş, çeviri benim için de çok önemli. Japonca'dan direk Türkçe'ye çeviri yapan Hüseyin Can Erkin varken, bu kitaplardan birine şans tanımamak olmazdı. Kitapların da hep doğru zamanının olduğuna inananlardanım, bu yüzden de Sahilde Kafka ile defalarca karşılaştıysam da satın almadım. Neden sonra, geçen hafta Sahilde Kafka alışveriş sepetimde yerini aldı, ve ben okumaya başladım.

Bazı kitaplar vardır, okurken yazarını kıskanırsınız. O kitabı siz yazmış olmayı dilersiniz. Sahilde Kafka benim için böyle bir kitap olmadı kuşkusuz. Bana çok uzak olan kavramları da vardı, bu noktada kabul etmeliyim ki Murakami gerçekten çok yönlü ve çok bilgili bir insan, bu bildiklerini de kitaba çok güzel serpiştirmiş. Sahilde Kafka'yı bundan 2-3 sene önce okusaydım bitirebilir miydim, bitirsem de beğenir miydim bilmiyorum. Çünkü artık çoğu insanın aksine, sonuç odaklı okumuyorum. Olay örgüsü veya karakterler de etkiliyor beni. Sahilde Kafka'yı yazmış olmayı dilemezdim evet, ama Nakata gibi naif bir karakteri yazmak isterdim. Hem dizilerde ve filmlerde, hem de kitaplarda genelde yan karakterleri daha çok sevmişimdir, Nakata'ya yan karakter demek ne kadar doğru bilemiyorum ama, olayı kendi ağzından dinlediğimiz Kafka Tamura'dan çok daha fazla sevdim onu. Bir kitapta bir karakteri seviyorsanız, o kitap kendisini okutuyor mutlaka. Sahilde Kafka'da da öyle oldu.

Kitapta beklentilerimi karşılayan bir diğer nokta ise, çevirisi oldu. Murakami'yi kendi dilinden okumak çok büyük bir ihtimalle benim için mümkün olmayacak, ancak çevirisine de bakınca, çok akıcı olduğunu tahmin etmek güç olmuyor. Metaforlarla, sembollerle dolu bir kitabı bu kadar akıcı yazmak Murakami'nin, bu kadar güzel çevirmek de Hüseyin Can Erkin'in başarısı bence. Konunun -elbette bana göre- tıkandığı yerlerde bile kitap o kadar akıcıydı ki, bu sayede üstesinden gelebildim. Daha önce de söylediğim gibi, tek bir Japon yazar okumuşluğum bile yoktu, ancak kabul etmek gerekir ki Japonlarla kafamız gerçekten farklı çalışıyor, ve iyi bir Japon yazarı okumak benim için güzel bir deneyim oldu. Yakın zamanda bir Murakami kitabı daha okur muyum bilmiyorum, genel olarak farklı yazarları okumaya çalışıyorum. Bu da farklı yazarlar hakkında fikir edinmemi sağlıyor. Benim için şimdilik 1Q84 ve diğerlerinin zamanı var, ama artık Murakami dendiğinde beyan edecek fikirlerim de var, bu da hiç fena sayılmaz hani.

Sonunu tahmin edemeyeceğiniz bir hikaye istiyorsanız, Sahilde Kafka'yı öneririm.

24 Mart 2013 Pazar

Acının Evreleri

21.03.201* 19.45

Bugün acı eşiğime yeni bir soluk getirdiğime, yeni bir ivme kazandırdığıma inanıyorum. Siz siz olun, "Ne kadar acıyabilir ki?" demeyin.

21.03.201* 18.00

Seans öncesi doktor, gerekli bilgileri veriyor. Hiç ses çıkarmadan başımı sallıyorum. Sessizliğim ve umarsızlığım, doktoru dinlemediğimden değil. Yapılacak işlemi biliyorum, pek endişeli olduğum da söylenemez. Hem, ne kadar acıyabilir ki? Doktorun anlattıkları bitince, beraber işlem odasına geçiyoruz.

21.03.201* 18:15

İşlem odası, bembeyaz bir oda. Florosanla aydınlatılmış, beyaz duvarlı, temiz ve tabi ki tıbbi ilaçların olduğu her yer gibi hastane kokuyor. Ayağımdaki galoşlarla kaymamaya dikkat ederek, muayene yatağına uzanıyorum. Doktor şırıngaya ilaçları enjekte ediyor. "Şimdi bir deneme yapalım. Ne kadar acıyıp acımadığını gör. İstediğin yerde durabilirim" diyor. İğnenin ucunu kafa derimde hissediyorum. İçindeki ilacın iğneden çıkıp kendini vücuduma saldığını da. Biraz yakıyor, ama sorun olmaz diye düşünüyorum. Çocukken de iğneden korkmazdım hiç. Doktor iğneyi başka bir yere batırıyor, aynı işlemi tekrarlıyor. Bu sefer biraz daha acıyor. Kanamış olacak, doktorun asistanı bir pamukla koşuyor bana doğru. Doktor aynı işlemi defalarca tekrarlıyor. Her seferinde acı, biraz daha dayanılmaz oluyor. Gözlerimden yaşların sızmasına engel olamıyorum. Doktordan durmasını istiyorum.

11 Mart 2013 Pazartesi

Konuk Sanatçı: Özlem Tekin

Ne zaman canım sıkılsa, neşelenmek istesem, dinleyecek bir şey bulamasam 90'lara sığınıyorum. Bunu yapan pek çok insan olduğunu da biliyorum. 90'ların neşesini, o dönemde çocuk olduğumdan mıdır, başka bir yerde bulamıyorum. Bir de nostaljiye meyilli olunca, ansızın kendimi bir şarkıyı mırıldanırken buluyorum, ve YouTube'a koşuyorum. Evet YouTube kısmı pek nostaljik değil, gönül isterdi video kasetlerden izleyelim, ama teknoloji bizden hızlı büyüyor, ve biz de bir yere kadar direniyoruz ona.

YouTube dışında pek çok mecradan eskileri dinleyebilirim elbette, ama en az şarkılar kadar 90'ların kliplerini de seviyorum ben. Bilmiyorum sizde de böyle bir klip sevgisi var mı, çünkü ben çocukken de çok sıkı bir klip izleyicisiydim. Artık o zamanlar nasıl dikkatle izlediysem, hala tüm ayrıntılarıyla klipleri hatırlıyorum, bu yüzden de yıllar sonra izlemek çok daha zevkli oluyor.

Bugün de kendimi Özlem Tekin'in Bahar şarkısını söylerken buldum, nereden ve nasıl aklıma geldiğini inanın ben de bilmiyorum. Zamanında müzik kanallarında sıkça dönmesine rağmen çok da patlamış, hit olmuş bir şarkı sayılmazdı, diğer Özlem Tekin şarkılarına nazaran. Ama ben Bahar'ı hep çok gizemli, ve hep tüyler ürpertici bulmuşumdur. Bugün klibi tekrar izlediğimde, hala aynı hissettiğimi fark ettim, bazı şeyler hiç değişmiyor :) Geçmişten günümüze Özlem Tekin pek çok albüm çıkarıp pek çok tarz değiştirdi, kimisini sevdim, kimisini sevmedim. Ama kesin olan bir şey var ki o hep farklı olanı, yeniyi denemek istedi. Bu yüzden çok istikrar sağlamasa da, çok farklı tiplerde hayran kitlesi oldu. Ben Özlem Tekin'in ilk zamanlarını sevenlerdenim. Bahar ile başlayınca, durmak mümkün olmadı ve Özlem Tekin'in zaman tünelinde gezerken buldum kendimi. Kim ne derse desin, Özlem Tekin o zaman da çok fazlaydı, şimdi de öyle.

Madem nostalji köşesi yaptım bugün, konuk sanatçımız Özlem Tekin klipleri ile bitiriyorum yazıyı. Son zamanlarına pek değinmeden, ilk tanıdığım ve sevdiğim haliyle.


Özlem Tekin - Bahar



Özlem Tekin - Yar Bana Varmadı



Özlem Tekin - Aşk Her Şeyi Affeder Mi



Özlem Tekin - Laubali


7 Mart 2013 Perşembe

Gabo İçin Birkaç Kırık Dökük Kelime



Hep söylemişimdir, Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ının tadını hiçbir kitap, hatta Gabo'nun diğer kitapları bile veremez diye. Sırf bu Yüzyıllık Yalnızlık sevgim yüzünden, Macondo en çok görmek istediğim yerlerden biri olmuştur, onun "büyülü gerçekçilik"in bir parçası olduğunu bilmeme rağmen. Söz konusu Gabo olduğunda, kelimelerle bu kadar güzel oynayan bir adamı, doğru kelimeleri bulup sıraya dizerek anlatmak çok zor oluyor. Dünyanın bir yerinde -hem de bana çok uzak bir yerinde- bile olsa, onun yaşadığını bilmek mutluluk veriyor. Ancak pek tabii, hüzünle karışık bir mutluluk bu. Sadece Yüzyıllık Yalnızlık'ı baz alarak onu anlatmak ne kadar doğru bilmiyorum, ama boğazıma yumruk gibi oturan her şeyin sebebi sadece kitaptaki detaylar değil. Kitabı yazarken çektiği zorluklar, kendi deyimi ile yazmak ile ölmek arasındaki tercihi, kitabın tek kopyasını postalayacak parasının olmayışı, karbon kağıdı alamayacak durumda olduğu için kitabın tek kopyasının oluşu, evdeki eşyaları rehine ederken daktilosunu es geçmesi ve "yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı" deyişi Yüzyıllık Yalnızlık'ın ne kadar anlamlı olduğunun sadece birkaç örneği.

Kimsenin ölümü için kendini hazırlayamaz insan, bu dünyanın öbür ucunda, hiç görmediğiniz ve görmeyeceğiniz biri olsa bile. Tüm bu anlatmaya çalıştığım nedenlerden dolayı, o çok uzaktaki insanın, bir daha yazamayacak kadar hasta olması bana çok dokunuyor, üstelik Demans hastalığını büyükbabamdan bilirken, buna üzülmemek çok güç. İşte o zaman, yine Yüzyıllık Yalnızlık geliyor aklıma, tıpkı Macondolular gibi unutkanlık hastalığına yakalanan Gabo'ya kitabındaki gibi açıklayıcı bir not vermek istiyorum.

Senin adın Gabriel Garcia Marquez.
Ve sen muhteşem öykülerin, romanların yazarısın.



18 Şubat 2013 Pazartesi

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita



Şu sıralar okumam ve heyecanla anlatmam gereken başka bir Ece Temelkuran kitabı olması gerekirdi, farkındayım. Zira ben de çoğu Ece Temelkuran sever gibi Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı okumak için sabırsızlanıyorum. Ama ondan önce, bahsetmek istediğim başka bir kitap var.

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita'yı ne zaman aldığımı tam olarak hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle Muz Sesleri ve Ağrı'nın Derinliği'ni okuyup çok keyif aldığım bir dönemde almış olmalıyım. Muz Sesleri güzel bir roman, ancak Ağrı'nın Derinliği benim için daha özel bir yerde. Ermeni meselesi hakkında okumaya sıfırdan başlayacaksanız, biraz da karşı tarafın gözünden bakabilirim, alınmam diyebiliyorsanız, mutlaka okunması gereken bir kitap. Kitap boyunca Ece Temelkuran'la Ermenistan'a, oradan Fransa'ya ve son olarak Amerika'ya gidiyorsunuz, oralarda yaşayan Ermenileri anlamak için. Sözün kısası, ben Ece Temelkuran ile gezmeyi çok sevmiştim.

Daha sonra, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita benimle geldi, itiraf etmeliyim ki birkaç sayfa okudum ve bıraktım. Dediğim gibi, o dönemde etkilenip almışım, ama neyden etkilendiğimi tam olarak bilmiyorum. O aralar Venezuela ile ilgilendiğimi sanmıyorum. Ancak şuna her zaman inanırım, her kitabın bir zamanı vardır. O anda okumuyorsam, ama yine de almışsam benim için bir anlamı mutlaka vardır, ve mutlaka bir gün o anlamı bulacağımdır. Bu yüzden de, kitaplığımda okunmayı bekleyen kitaplarım hep olmuştur.

Kendimi romanlara vurduğum şu sıralarda, bu sefer nasıl olduysa elim Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita'ya gitti, ve bu sefer Ağrı'nın Derinliği'ne benzer bir tat alarak okudum. Kitabın arka kapağında da dediği gibi, bu kitap bir gezi kitabı değil, turistik bir Venezuela güzellemesi hiç değil. Pek bilmediğimiz, pek de ilgilenmediğimiz bir coğrafyada, Venezuela'daki devrime şahit oluyorsunuz. "Başka bir dünya mümkün" diyen insanların var olma savaşlarına şahit oluyorsunuz. Venezuela'yı gezen Ece Temelkuran devrimin selamını getiriyor bize. Nasıl ki iletilmeyen selamın ağırlığı kalır insanın üzerinde, Ece Temelkuran'da böyle bir ağırlık olmasını istemem, çünkü ben selamını aldım. Satır altı çizmek gibi bir adetim olmamasına rağmen, pek çok yerin altını çizmek istedim, çok etkilendiğim kısımlar oldu. Hangisini anlatsam burada yavan kalacak biliyorum, o yüzden okunmasında yarar var diyorum. Türkiye'den dünyayı sadece Avrupa, Abd ve Orta Doğu ekseninde görenler için ilginç bir deneyim olacağına inanıyorum. Başka bir dünya mümkün müdür, neo liberal egemen dünyada sosyalizm galip çıkar mı bilmiyorum, ama kitapta bir yerde Ece Temelkuran'ın dediği gibi, sorularımız değişiyorsa, değişim mümkündür.

Sorularınızı değiştirmeye, ve Latin Amerika'nın gözleriyle dünyaya bakmaya hazırsanız, okuyun derim. Çünkü kitap sadece Venezuela'nın değil, tüm Latin Amerika'nın hikayesi aslında.

28 Ocak 2013 Pazartesi

***sokakkedisi'nden Kısa Kısa

Hala burada son yazı olarak yeni yıl yazısının durması ayıp, biliyorum. Bunun için geçerli bir mazeretim yok, şu sıralar her zamankinden çok vaktim var aslında. Ama bu vaktimi yeni yeni şeylerle değerlendiriyorum, başka bir deyişle, biriktiriyorum. O yüzden, şu an buradayım, neler yaptığımı anlatmak için. Bir haber turu şeklinde, sokakkedisi'nden kısa kısa bildiriyorum.








Finallerim ve derslerim yeni yıl itibariyle bitti, özellikle son zamanlarda oldukça sıkılmıştım. İlk işim kitaplara sarılmak oldu. Uzun zamandan beri bu kadar hızlı okuduğumu hatırlamıyorum, tabi bunda Vikitap'ın etkisi büyük. Etrafımda okuyanları gördükçe, daha çok okuyasım geliyor. Aslında Vikitap'la ilgili bir yazı yazmak vardı aklımda, ama görüyorum ki hızla yayılıyor, ve çok kolay bir sistem olmasından dolayı herkesin çözebileceğini düşündüğümden, bunu yapmaktan vazgeçtim. Sitede en sevdiğim şeylerden biri tanıdığım bloggerların neler okuduğunu görmek, okuduklarımı onlarla karşılaştırmak, ve yeni kitaplar keşfetmek. Bir de, "Bir bölüm daha okuyayım bakalım ne kadarı bitmiş olacak kitabın" demekten büyük keyif alıyorum, bu da bitsin, o da bitsin, onu da okumak istiyorum derken, okumak istediklerim listesinden baya bir kitap sildim, bu yüzden çok mutluyum.

Vikitap kullanıcı adım sokakkedisi, takipleşelim dostlar.













Okul bitsin, deli gibi dizi izleyeyim diyordum, ona da sonunda başladım. Gossip Girl'ün boşluğunu  bir şekilde doldurmam gerekti, ben de uyarlaması başlamadan önce Revenge'e başlayayım dedim. Entrika nerde ben orda oldum resmen, ama canınız yeni bir dizi istiyorsa, ve henüz gözünüz İntikam'a ilişmediyse -günde 3 kere veren Kanal D varken bunu başarmak güç tabi- Revenge güzel bir alternatif olabilir. Aralara ufak tefek sit-com'lar serpiştirsem de, şimdilik Revenge benim için kalıcı, umarım aynı heyecanla devam eder.




Daha da güzeli, spora başladım! Dizim için yaptığım egzersizleri, ve sadece koşudan ibaret olan spor saatlerimi saymazsak, hiç spor yapmadığım söylenebilir. Bir de üstüne, spora elverişsiz bünyem eklenince, hiçbir zaman spor salonu insanı olamadım. Ama B-fit normal spor salonlarından biraz farklı. Kadınlar için özel bir spor olan B-fit, Türkiye'de 200'ü aşkın zincire sahip. Kendi spor aletleri ve özel egzersizleriyle yarım saat süren seanslardan oluşuyor. Yarım saat başta çok az bir süre olarak görünebilir, ancak spordan uzun süre uzak kalmışsanız, ve bünyeniz spora açsa, yetiyor da artıyor bile! Denemek için ücretsiz bir seansa katılabilir ve ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Zira beni fena yordu, bir o kadar da mutlu etti. Spor sonrası rahatlamanın hissi hiçbir şeyde yok, zayıflamak gibi bir derdim de olmadığı için, forma girmeyi sabırsızlıkla bekliyorum :) Eğer spor salonlarından sıkıldıysanız, yeniliğe ihtiyacınız varsa, ve pratik bir şeyler arıyorsanız, etrafınıza bir bakın, yakınlarda bir B-fit salonu olabilir!













Ve gelelim son favori uygulamama. Shazam'dan haberdar olup da bugüne kadar bana söylemeyen herkese teessüf ediyorum. Bilenler için tekrar, bilmeyenler için yenilik olacak ama söylüyorum; Shazam, adını bilmediğiniz şarkının birkaç saniyesini dinletip adını, söyleyenini, senesini vs. öğrenebileceğiniz, harika bir uygulama. Şu aralar izlediğim filmlerde, dizilerde, ve radyolarda duyduğum şarkıları Shazam'a dinletmekle meşgulüm, eğer Shazam kullanmıyorsanız, mutlaka deneyin derim.

Benden şimdilik bu kadar! Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim.

3 Ocak 2013 Perşembe

Benim İçin Yeni Yıl...

Biraz geç olsa da, herkese iyi seneler!

Yeni yıl yazısı yazmak pek adetim olmamakla birlikte, bu sene gördüm ki yeni yıl öncesinde ve sonrasında yeni yıl ve yeni yıl dilekleri hakkında epey yazılıp çizilmiş. Her ne kadar değişimleri sevmesem de, yeni yıl hepimiz için bir nevi taze kan demek. Ve tabi ki ritüeller. Hediyelerden, çam ağaçlarından ve kutlamalardan bahsetmiyorum.

Hemen her sene yeni yıla girmeden yaptığım, ve giderek uzayan minik bir yenilikler listem var. Onları gerçekleştiremezsem, yeni yıla giremeyecekmişim gibi geliyor. Bütün bir yıl süregelen, daima benimle olan alışkanlıklarımı, eşyalarımı yenilemem gerekiyor. İşte size birkaçı;

               Ajanda: Kesinlikle ve kesinlikle ajanda olmadan yaşayamıyorum. Müthiş meşgul bir insan oluşumdan, toplantıdan toplantıya koşuşumdan değil elbette. Hafızam ajandasız yaşamama izin vermiyor. Ajandalar konusunda bugüne kadar farklı modeller denemiş olsam da, üst üste ikinci senemde Moleskine alınca anladım ki, farkında olmadan ben de bir Moleskine addict olmuşum. Geçen seneki klasik siyah ajandamdan sonra, bu yıl kırmızı modeli ile pek mutluyuz.




                Giller Masa Takvimi: Daha önce de bahsettiğim Giller'in kedili takvimlerinden almayı bu sene de ihmal etmedim. 2013 itibariyle eve gelir gelmez hemen masa takvimlerimin devir teslimini yaptım, Aralık 2012 kedisi yerini Ocak 2013 kedisine bıraktı. Giller sadece masa takvimi ve sadece kedili takvimler/ajandalar yapmıyor, pek çok seçeneği var, tavsiye ederim :)



                Lamy Safari: Dolmakalemlerle olan mutlu beraberliğimde, yeni yıla dair beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri de Lamy'nin sınırlı sayıda, o yıla özel ürettiği kalemler. Yeni yılın ilk günlerinde elimize geçme imkanı olmasa da, "Acaba bu senenin rengi ne olacak?" bekleyişi çok güzel. Ben bu sene mor bekliyorum, bakalım :)



                Milli Piyango Bileti: Yılbaşı çekilişi olmadan, yeni yıl olmaz! Şans oyunlarıyla çok işim olmasa da, her sene mutlaka yılbaşı çekilişi için milli piyango bileti alırım. O biletin numaralarına umut bağlamak, "İkramiye bana çıkarsa şunu şunu yapıcam" diye bol keseden sallamak, 1 Ocak sabahı hiç olmazsa amorti çıkmış diye sevinmek yeni yılın adetindendir, pek çoğumuz için.



                Yeni Yıl Kartları: Postcrossing hayatıma girdiğinden beri -iyi ki girmiş- en sevdiğim şeylerden biri de dünyanın pek çok köşesine, tanıdık tanımadık herkese iyi yıl dilekleri yollamak. Özel seçilen yeni yıl kartları, kırmızı&yeşil kalemler, stickerlar ve yeni yıl dilekleriyle son iki senedir yeni yıla giriş benim için çok daha eğlenceli. Size gelen kartları almak da cabası. Kısacası, Postcrossing'de de yeni yıl çok keyifli, çok eğlenceli.



Ve tabi ki yeni yıl, yeni umutlar, yeni beklentiler demek. Herkese istediklerini gerçekleştirebileceği, güzel bir yeni yıl diliyorum :)


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...