Pages

31 Mayıs 2012 Perşembe

30 Days of Blog - Bir İşe Giriştim ki Sormayın!

Herkese merhaba!

Yine bir yaz başında, makus talihimi yenmek ve bu yaz daha çok yazmak adına bir Challenge'a başlıyorum. Haziran ayı boyunca her gün bir yazı yazacağım, ve yazacaklarım yukarıda gördüğünüz gibi gün gün belirlenmiş durumda. Aslında uzun zamandır aklımda olan bir şeydi ve ben bir türlü vakit bulup yazamıyordum. Eğer bunu tamamlayabilirsem gözüme kestirdiğim bir başka challenge var, dediğim gibi, bir işe giriştim ki sormayın :)

İlk post'um çok yakında :)

27 Mayıs 2012 Pazar

Cunda Ritüelleri

Şimdi okuyacağınız blog yazısı fikri, benim bu tweet'i yazdıktan sonra aklıma geldi aslında. Yıllardır, yıllardır Cunda'ya giderim. Hatırladığım ilk çocukluk anılarımı bünyesinde barındırır Cunda; metrekare başına 10 kedi düşen adada bi tanesini bağrıma basıcam derken kendisi tarafından tırmalanışım, dünyanın en dandik oyuncaklarından biri için dans eden bebeği bir kenara itip saatlerce ağlayışım, tıngır mıngır giden buzlu badem arabaları ve daha bir çok şey. Yani, sırt çantalı gezginler Cunda'nın C'sini bilmezken, ben oradaydım. Bunu övündüğüm için söylemiyorum, sadece pek misafirperver sayılmam. 

Neyse, Cunda diyorduk. Bilmeyenler için; Ayvalık'ta küçük bir adacık olan Cunda, sahip olduğu müthiş doğası, tipik Rum evleri ve mükemmel mezeleriyle Kuzey Ege'nin en güzel yerlerinden biridir efendim. Kendimi bildim bileli adaya gittiğim için, artık benim için ritüel halini alan pek çok alışkanlığım var. Eğer bir gün yolunuz düşerse, bir kenara not edin. Madem geldiniz, denemeden gitmeyin :) 

Öncelikle, güzel bir yemek yiyin. Adada zaten lahmacuncu bulamazsınız da, son zamanlarda açılan bazı yerler var ki (isim verip rencide etmek istemiyorum) adanın yapısına kesinlikle uymuyor. Yani, Cunda'ya gelip de İtalyan pizzası yemeyin. (Adayı bilenler için isim vermiş kadar oldum aslında) Hedeften şaşmayın, balıkçıya gidin. Balık sevmiyorsanız, milyon tane Ayvalık mezesi var, birinden birini seveceğinize eminim. 

Balık seviyorsanız, önerim, kesinlikle ve kesinlikle Papalina'dır. Mevsiminde gittiyseniz, başka hiçbir yerde bulamayacağınız Papalina'ları yersiniz. Mezeye abanırsanız balığa yer kalmaz, o yüzden stratejik hareket edin. Seçenek o kadar bol ki, hem balığa, hem de mezeye aynı anda yer olmuyor maalesef. Yok ben yerim derseniz o ayrı. Balığı da mezeleri de çok seven bir insan olarak, Cunda'daki sofra düzenim genellikle şu şekildedir; Kabak çiçeği dolması, deniz börülcesi, ahtapot salata, közlenmiş patlıcan salatası, tereyağlı karides ve kalamar. Yanında meşrubat içmeyeceğinizi varsayarak Yeşil Efe diyorum. Gördüğünüz gibi balığı sonraya bıraktım. Ama dediğim gibi, Papalina candır, hamsi gibi kılçığıyla beraber tüketebilirsiniz.

Yemeğin üstüne, veya akşamüstü bir kafein ihtiyacınız olabileceğini düşünerek, Taş Kahve'yi tavsiye ediyorum. Cunda'nın tarihi binalarından biri olan Taş Kahve'de, damla sakızlı kahvenizi içebilir, tahta iskemlede otururken ayaklarınızın arasından sayısız kedi geçişine şahit olabilirsiniz. Ve damla sakızlı kahveyi içerken göreceksiniz ki, kendisi şehirde içilen kahvelerden çok farklıdır. Yani kahve, gerçekten damla sakızlıdır, damla sakızı aromalı değil. 

Yine sezonda adada olduğunuzu varsayarak, tatlı isteğinize karşılık damla sakızlı dondurma önermek isterim. Evet bölgede pek çok damla sakızlı mamül bulabilmeniz mümkün. Taze kornetleri ve damla sakızlı dondurmasıyla Cunda dondurmacıları pek güzeldir. Adada İzmir lokması da bulabilirsiniz, sevenleri için söylüyorum. Benim kalbim damla sakızlı dondurmada olduğundan, tavsiye olarak değil ama, bir fikir olarak lokmayı bir kenara sıkıştırmak istedim.

Değişmez bir Cunda geleneği olarak, adım başı buzlu badem satıcılarını görebilirsiniz. Bu kadar yemeğin üstüne, yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, bir paket buzlu badem ve bir iki dost eşliğinde adanın arka sokaklarına doğru amaçsızca yürümek. Yukarılara doğru çıktıkça adanın ıssızlaştığını, sadece kedilerin olduğu dar sokakları ve Rum evlerini görebilirsiniz. 

Cunda'da en çok sevdiğim şeylerden biri de, minik çarşısı ve oradaki tezgahlarıdır. Tipik sahil çarşılarının aksine, her sene bu tezgahlarda farklı şeyler görürsünüz. Genelde el işi olan bu ürünleri başka yerlerde bulamazsınız, ve çok da otantiktirler. Fiyat olarak biraz tuzlu olabileceklerini söylemekte fayda var, ancak bazılarına o kadar aşık olursunuz ki, gözünüz para falan görmez :)

Cunda'dayken şunu unutmayın: ada tamamen kedilerin. Yani kedi sevmiyorsanız, üzgünüm ama ada canınızı sıkabilir. Her köşe başında kedilere rastlarsınız, kaçacağınız bir yer de yoktur. Kedi sevenler içinse çok keyifli olacağının garantisini verebilirim. Karınları tok, temiz, hepsi birbirinden şirin ve en güzeli esnaf tarafından hırpalanmayan bu kadar çok kediyi bir arada görmek herkese nasip olmaz. Cunda'da en sevdiğim şeylerden biri de budur, esnafın kedilere asla zarar vermemesi. Çünkü pek çok yerde restoran sahiplerinin, garsonların kedileri tekmeleyerek dışarı attıklarını görüyoruz. Ben kendi adıma öyle yerlere girmemeye çalışıyorum, girdiysem de genelde tatsızlık çıkaran insan oluyorum. Kimse hayvanları sevmek, bayılmak zorunda değil. Huylananı, alerjisi olanı da anlarım, asla lafım olmaz. Ama zarar vermek, işkence yapmak en katlanamadığım şeydir.

Son olarak, adadan ayrılırken, eğer arabanızla gelmediyseniz vapurla Ayvalık'a geçmenizi tavsiye ederim. Deniz yolu, her yerde olduğu gibi, Ayvalık-Cunda arası da çok keyifli.

Benim ada ritüellerim gördüğünüz gibi. Cunda demek, benim için bir anlamda bolca kedi, ve mükemmel yemekler demek. Bir tanesini yapmadığımda, veya atladığımda huzursuz oluyorum. Yemekten çatlayacak olsam, o son buzlu bademi yiyorum, en önemli görevimmişçesine. 

not: Ayvalık tostunu listeye almadığımın farkındayım, bunca şeyden sonra tosta yer olmuyor ne yazık ki. :)

22 Mayıs 2012 Salı

Le Petit Prince

Evet itiraf ediyorum, ben de bir Küçük Prens hastasıyım :)



Bugün burayı Tumblr'a çeviresim geldi :)

Bir süredir blogumu boşladığımı da düşünmeyin sakın, çok yakında sürprizlerle karşınızda olacağım!

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Nasıl Kitap Okurum?

Bazen susuyorum.

Şansım varsa, sustuğum dönemler kendimi kitaplara verdiğim zamanlar oluyor. Ama bazen o kadar şanslı olamıyorum.

Şimdi de, yine o şanslı dönemlerimden birindeyim. Öyle ki, yazamıyor olmak canımı sıkmıyor bile. Her şeyi unutup kitaplara sığınmak, kendini tamamen o kitaba vermek müthiş bir duygu. O duygunun beni bu sefer terk ettiğini sanmıştım, yanılmışım. Görüyorsunuz ya, bazen yanılmak da güzel olabiliyor.

***

Kitapların herkesin hayatındaki yeri ayrı. Kiminin tek arkadaşı olurken, kiminin hayatına şöyle bir dokunup da geçiyor, kendini çok da sevdirmeden. Görüyorum ki herkesin kitaplarla farklı bir bağı var. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi gibi. Ben de düşündüm, ve bu ara beni en çok mutlu eden şeyi anlatmak istedim; kendi yoğurt yiyişimi, ya da başka bir deyişle, kitaplarla olan münasebetimi.

Öncelikle söylemeliyim ki, kitap okumak benim için ciddi bir iş. Yani beni elimde kitap gezdirirken, veya iki duraklık metro yolculuğunda kitap okurken göremezsiniz. Okumayacaksam, veya okumam yarıda kesilecekse o kitabı yanıma almam. Kitabın bir bölümünü bitirmeden okumayı bırakmam, yani "Çok uykum geldi, burada bırakayım" demem, o bölümü bitirir, öyle uyurum. Kitabı okuyabilmem için kendimi tamamen ona vermek isterim, etrafım gürültüsüz olsun, zaman kısıtlaması olmasın, ve dış etkenler mümkün olduğunca az olsun isterim. Yani, fonda müzik, yanımda kahve gibi konseptlerle kitap okuyamam. (Yapanlara saygım sonsuz!) Ortam sessiz olmalı bi' kere, o müzik çalıyorsa, veya yanımda konuşmaktan kendimi alamadığım (bazen gerçekten çenem düşüyor) biri varsa o kitabı okuyamam. Hatta çoğu zaman evde herkesin uyumasını beklerim kitap okumak için. Yalnızsam ve açık radyo/tv varsa mutlaka kapatırım. "Bizim evde daima radyo açıktır, müziksiz duramam" gibi cümleler, kitap okuma seanslarımın dışında kalan zaman dilimidir.

Kitaplarım temiz olmalıdır. Yani kitaplarımı kolay kolay kapağı kıvrılmış, eskimiş, ıslanmış veya hırpalanmış göremezsiniz. İlk alındığı  hali nasılsa, bittiğinde de aynı şekilde kitaplıktaki yerini alır. Sırf ıslanmasın, tuzlanmasın diye kitaplarımı sahile götürmem. Bu yüzden sahilde kitap okuma alışkanlığım yoktur. Kaldı ki sahil yine dikkatimi dağıtacak bir ortam olduğu için, eğer bir kitapla sahile inmişsem, o kitap ya çok hafif bir okumadır, ya da meraktan öldüğüm, bir saniye bile ayrılmaya tahammül edemediğim kitaplardan biridir. Eğer ikinci kategoriye giriyorsa, kitaba ekstra bir koruma sağlarım.

Söz konusu kitaplar olunca, cimriyim. Evet. Kolay kolay ödünç vermem, eğer ki vermişsem karşımdakine güvendiğim, onun kitabı aldığı gibi geri vereceği inancına sahip olduğum içindir. Daha önce yaşadığım ödünç verdiğim pek çok kitabı geri alamama deneyiminden sonra aldığım bir karardır bu. O yüzden de kitaplığımın karıştırılmasından fazla hoşlanmam.

Kitap okuyan bloggerlardan gördüğüm kadarıyla, cümlelerin altını çizmeyi seven pek çok insan var. Yine bir tercih ve alışkanlık meselesi olarak, kitabın ilk sayfasına yazdığım ismim ve kitabı aldığım tarihin haricinde, kitaba tek bir çizik bile atmam. (Atana da mani olmam, nedense belirtme ihtiyacı hissediyorum) Kitabı mutlaka ayraçla kullanırım, asla kaldığım sayfanın ucunu kıvırmam. Kitabın kendi ayracı varsa içinde tutarım, yoksa kendi ayraçlarımdan birini kullanır, kitap bitince o ayracı da diğer ayraçların arasına koyarım. Kitabı kesinlikle katlamam, çünkü kapağındaki kıvrılmaktan oluşan izden hoşlanmam.

Kitap okurken bir şeyler yiyip içmem, neden bilmiyorum. Genelde geceleri okuduğumdan, ve o saatte bir şey yemediğimden, ya da böyle bir alışkanlığım hiç olmadığından, çoğunlukla yalnızca kitap olur yanıbaşımda.

Sevdiğim kitapları tekrar okurum. Kimisi sevmez çünkü aynı şeyleri tekrar tekrar okumayı. Oysa ben tekrar okuyarak hafızamı tazelediğimi düşünürüm, bazen satır aralarında başka detaylar yakalar, ve onlar üzerine yeniden düşünmeyi severim. Eğer bana ait olmayan bir kitabı okuyup da sevdiysem, o kitabı satın alır mutlaka kitaplığıma koyarım, daha sonra yeniden okumak için.

Kitapların eski baskılarını severim. Örneğin sevdiğim bir yazar yayınevini değiştirdiyse, ve ben eski yayınevine alıştıysam, mutlaka eski baskısını almaya çalışırım. (Bkz. Elif Şafak, Metis Yayınları) Kitaplarım her zaman temizdir ama, eski kitapları da severim, bünyelerinde yaşanmışlıkları barındırdığı için. Onları özenle saklar, daha fazla yıpranmalarına izin vermeden korumaya çalışırım. Bu yüzdendir ki hem güncel kitapçıları, hem de sahafları severim.

Son olarak, ne yazık ki elektronik kitapları sevmem. Alışılagelmiş kitap kokusu, kağıt hışırtısı gibi şeyleri sevdiğimden, ve yeniliklere pek de açık olmadığımdan, ekrandan bir şeyler okumayı da zor bulduğumdan elektronik kitaplarla aramın iyi olduğu söylenemez.

Dışarıdan bakıldığında, ve böyle anlattığımda pek sıkıcı görünebilir, ancak bakmayın böyle kurallar bütünü oluşturduğuma, ne şekilde olursa olsun kitap okumak keyifli bir şey ve o zevki en az sizin kadar ben de alıyorum :)

Herkese iyi okumalar!

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...