Pages

13 Şubat 2015 Cuma

Sağlık Köşesi: Aşil Tendonu Nedir, Nasıl Kopar?

Merhaba sevgili okuyucu! Hayat 2014 yılının bitmesine 40 gün kala bana pek de iyi davranmasa da, yıkılmadım, ayaktayım! Başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiştir elbette, kaldı ki daha küçük yaşta bundan kötülerini yaşadım, o yüzden şikayet etmiyorum. 2014'ün ardından 2015 de bana şimdilik iyi davranmıyor ama moral bozmak yok, bugün buraya psikolojimden ve sorunlarımdan bahsetmeye gelmedim.

Evet yine neler olduğunu anlatmadan lafı uzatıyorum, kelimelerle oynamayı sevdiğim bir gerçek. Ama ne oldu derseniz, ufak (!) bir kazanın sonrasında, sporcuları ve haftada bir halı sahaya giden beyleri tenzih edersek pek de bilinen bir uzuv olmayan aşil tendonumu koparmayı başardım. Başıma gelen her ortopedik vaka gibi bu da trajikomikti, ama devamı pek eğlenceli olmadı. Şimdi istirahat ve iyileşme dönemindeyim, tabi insan herhangi bir sağlık sorunu yaşayınca, Google vasıtasıyla araştırmalara girişiyor, hatta bazen durumu abartıp doktor kesiliyor. Övündüğüm bir özellik değil ama, ben de bunu yapıyorum, itiraf etmeliyim ki içmem gereken ilaçları bile araştırıyorum. Haliyle şu durumda da aşil tendonu ve benimle aynı sakatlığı yaşamış insanlar hakkında onlarca yazı okudum. Daha çok kendimden yola çıkarak, aşil tendonu nedir, ne işe yarar, koptuğunu nasıl anlarsınız gibi konulara değineceğim, sağlık köşemiz de böylece bitecek.

Aşil tendonu, baldırı topuğa bağlayan kas yapısıdır. Vücudumuzdaki en güçlü tendondur, dolayısıyla vücudun bütün ağırlığını taşır ve yürüyebilmemiz bu tendona bağlıdır. Bu bakımdan önemli bir uzuvdur, aslına bakarsanız her kemik, her kas IKEA'daki montajı yapılması gereken parçalar gibidir, doğru şekilde takılması gerekir. Bir parça koptuğunda, kırıldığında veya yanlış monte edildiğinde yapmaya çalıştığınız şey sağlıklı olmaz.

Ayağın arkasındaki beyaz bağ, aşil tendonudur. Kaynak: Vikipedia

Aşil tendonunuzu sakatladığınızda, ki bu ısınmadan depara kalkmak, spora başlamak, kendini zorlamak veya çok basit bir düşme sonrasında ayak burkması sonucu olabilir, yapmanız gereken ilk şey, yürümemek veya ayağı zorlamamak olacaktır. Ben aşil tendonunun varlığından habersiz biri olarak yalnızca orayı "bileğimin arkası, topuğumun üstü" olarak değerlendirmiştim ve tendonun adını aldığı Antik Yunan tanrısı Akhilleus'tan tamamen habersizdim. Kendisiyle de böyle tanışmak kısmetmiş :) Peki nereden anlayacağız aşil tendonunu sakatladığımızı derseniz, öncelikle rivayet edilen, kopma esnasında, kimseyi korkutmak istemem ama, pek de hoş olmayan bir ses çıkardığı. Benim başıma sokakta geldiği için gürültüden bu sesi duymadım, bu da olası bir durum. Ancak tarif ettiğim bilek arkası topuk üstü kısımda bir acınız varsa tebrikler, sakatlandınız! Yine panik olmayın, her zaman koptuğu anlamına gelmez. Koparmak da bir beceri işi sonuçta, vücuttaki en güçlü tendondan bahsediyoruz, kendisini kırılgan bir şey zannetmeyin. 

Yapılacak ilk şey, elbette ki vakit kaybetmeden bir ortopediste gitmek olacaktır. Aşil tendonu röntgenle gözüken bir şey olmadığından, ultrason veya mr yolu ile görüntülenebiliyor, ancak çok basit bir muayenesi de var. Benim doktorum, beni yüzüstü yatırdıktan sonra iki alt bacağımın da ortasından sıktı. (Dizdeki refleksi düşünün: dize vurduğunuzda ayak kalkar) Sağlam bacağımı sıktığında ayak oynarken, sakatladığım bacağımda hareket yoktu. Aradaki bağın kopuk olduğunu anlamak bu kadar kolay aslında.

Aşil tendonu tedavisinde yapılacak ilk şey, ameliyat. Teşhis konduğu andan itibaren asla ve asla yürümemeniz gerekiyor. Çünkü aşil tendonu dedikleri bu bağ, lastiğimsi bir yapıya sahip, koptuktan sonra baldırınıza kadar çıkma ihtimali var. Baldıra kadar çıkması demek, bacağınızı yukarı kadar açmaları, ve onu kapatacak kadar alçıya almak gerek ki, bunca ortopedik vaka yaşamış ben bile tüm bacak alçıyı insanlık dışı bulurum. Yaklaşık bir saat süren ameliyatını, güvendiğiniz bir doktora yaptırmanız çok çok önemli, çünkü aşil tendonu, ayaktan beyne giden sinirlerin çok yakınından geçiyor. Bu sinirler zarar gördüğü anda, felç kalmak bile mümkün. Evet senaryo kulağa korkunç geliyor farkındayım ama ameliyat sırasında yapılan spinal anestezi sonrasında vücudumun belden aşağı kısmını birkaç saatliğine de olsa kontrol edememek felç kalmanın nasıl bir şey olduğunu anlamama yetti.

Çoğu aşil tendonu ameliyatı, spinal anestezi ile yapılıyor. Belden yapılan bir iğne ile hemen etkisini gösteriyor ve siz kendiniz dönemediğiniz için etrafınızdan yardım alarak yüzüstü yatırılıyorsunuz, ameliyat bu şekilde geçiyor. Yaklaşık bir saat sonra ayağınızda alçıyla odanızda oluyorsunuz, söylediğim gibi belden aşağınızı hareket ettiremiyorsunuz, daha doğrusu, beyin bacaklara laf geçiremiyor. Bu esnada en büyük sorun tuvalete çıkma oluyor. Tıpta utanma olmaz arkadaşlar, ben çok zorlanmama rağmen tuvaletimi yapabildim, ki bu iyiye işaretmiş. O durumda altına kaçırmak da mümkünmüş ve normal sayılıyormuş. Kendi tuvaletinizi yapacak duruma geldiğinizde zaten anestezinin etkisi geçmeye başlıyor, diğer türlü yapabilmeniz mümkün değil zaten. Uyuşma geçtiğinde asıl zorlu süreç başlıyor, ameliyat boyunca kurcalanan bacağınız öyle bir ağrımaya başlıyor ki, düz yatakta duramıyorsunuz. Yaşadığım bunca olaydan sonra ağrı eşiği oldukça yüksek olan ben, tendon koptuğunda bile böyle bir acı hissetmedim. İlk geceyi üç ağrı kesici iğneyle ve dördüncü için hemşireye yalvararak geçirdim. Ameliyat sonrası, spinal anestezinin etkisini vücuttan atmak için bol sıvı ve kafein tüketmek önemli, bu da beni en çok zorlayan kısımlardan biriydi. Yatmadan önce iki litreye yakın su içtim, elimden geldiğince sütsüz-şekersiz nescafe tüketmeye çalıştım. Ameliyatı takip eden 3-4 gün boyunca bol sade nescafe, kola, bitter çikolata tüketmek gerekiyor.

Ameliyat ve hastanede geçirilen bir gece (veya duruma göre iki?) sonrasında, ilk bir hafta tuvalete gitmek dışında her şey yasak. Benim alçı sürem altı hafta, çoğu hastalarda da benzer olacaktır. Altı hafta ayağın üstüne basmak, yürümek kesinlikle yasak. Aşil tendonu, vücudun ağırlığını taşımaya henüz hazır değil.

Kendi tedavimi uzun uzun anlatıp kimseyi yanıltmak istemem, o yüzden fazla detaya girmek istemiyorum. Bundan sonrası hastanın geçirdiği sakatlığın şiddetine, doktorun verdiği tedaviye göre değişiyor. Üç buçuk haftayı geride bırakan ben, gün sayıyorum. Bir süreliğine walker ile de olsa yürüyebilmek, normal hayatıma dönebilmek için. Tedavi süreçleri farklı olabilir ama, hasta psikolojisi her zaman aynı. O yüzden etrafınızda ayağı alçılı, yürümesi yasak olan biri varsa, öncelikle ona ilgi gösterin. Bu dönemde hassas, sinirli veya duygusal olabiliriz, alttan almak çok önemli. Ben, nispeten soğukkanlı olduğum için bu sefer sakin duran tarafım, ama bundan yaklaşık 10 sene önce dizimi sakatladığımda sırf yürüyebildikleri için bütün insanlara kin duyduğumu biliyorum. Burada yakınlara çok iş düşüyor, lütfen ama lütfen bir "Nasılsın?" sorusunu esirgemeyin. Karşınızdakine acımayın, veya acıdığınızı hisettirmeyin. Hepimiz potansiyel engelli olduğumuz gibi, hepimiz potansiyel geçici sakat da olabiliriz. Hasta alıngan olabilir, dışarıdaki sosyal hayata özlem duyuyor olabilir, bunları düşünerek konuşun. Yine hasta geçici yatalak olduğu için kilo almaya müsaittir, börekleri poğaçaları sonraya saklayın. İyi bir dinleyici olun, çünkü hasta sosyal hayatla bağlantısı nispeten kopuk olduğu için konuşmaya ihtiyaç duyar. Her fiziksel hareketinde yardımcı olmaya çalışmayın, çünkü hepimizin kendine güvenmeye  ve her işini kendi yapabilecek durumda olmaya ihtiyacı var. Bir klişe olarak ona küçük sürprizler yapın demeyeceğim (hobi olarak yine yapın) ama yukarıda saydığım her şeyi yapıyorsanız, hasta size zaten minnettar olacaktır.

Ortopedinin sevilen yüzü sokakkedisi, evinden bildirdi.

2 Ocak 2015 Cuma

Reading Challenge 2015

Öncelikle, herkese iyi seneler!

Öyle ya da böyle bitirdik 2014'ü, geçen sene içinde iyi bir blog yazarı olamadım, hatta ilk defa yazı girmediğim aylar oldu. Bunun benim için bir ilk ve de son olmasını umuyorum. İyi bir blog yazarı olamadım ama, 2014'ün son saatlerine kadar uğraştım, ve sene başında koymuş olduğum okuma hedefimi gerçekleştirdim. İki senedir yapıyorum bunu, bir hedef belirleyip Vikitap'a yazıyorum. (Vikitap profilim: sokakkedisi) Birkaç gün öncesine kadar yine aynısını, biraz hedef yükselterek yapmak vardı kafamda, ta ki Cem bana Kitaplık Kedisi'nin 2015 için hazırlamış olduğu okuma hedefini yollayana kadar.

Kitaplık Kedisi'nin listesi 20 kitabı kapsıyor, normalde yıllık hedefimin altında olsa da, elimdeki kitapları bitirmek için iyi bir fırsat, hem sadece hedef koymaktan daha keyifli diye düşündüm ve kitaplığıma da göz attıktan sonra katılmaya karar verdim. 20 kitaptan 19'u kitaplığımda mevcut, bu da demek oluyor ki okunmamışlardan 19 tane gidecek! Geriye kalan 1 kitap, aşağıda listede görebileceğiniz gibi, arkadaşınızın sevdiği bir kitap olduğu için, doğal olarak elimde yok. Listeyi bana yollayan o olduğu için, Cem'in favorisini sordum, böylece o da listeye giriş yaptı. Henüz senenin başındayken, belki birilerine ilham olur diye kendi listemi paylaşıyorum, iki senedir hedef tutturamamışlığım yok, bu sene de olmaz umarım :)

1- Bir Biyografi ya da Anı Kitabı: Bir Dinozorun Anıları - Mîna Urgan

2- Kapağında "deniz" olan bir kitap: Aziyade - Pierre Loti

3- Başlığında renk adı olan bir kitap: Kırmızı Zaman - Mine Söğüt

4- Başlığı tek kelime olan bir kitap: Şaka - Milan Kundera

5- En az 20 yaşında olan bir kitap: Gazap Üzümleri - John Steinbeck

6- Gitmek istediğiniz ülkede geçen bir kitap: Çin Yolculuğu Defterleri - Roland Barthes

7- Kurgu dışı bir kitap: Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık - Murat Gülsoy

8- Arkadaşınızın çok sevdiği bir kitap: Pekin'den Gelen Adam - Henning Mankell

9- Bir şiir kitabı: Kuşlar Sanatı - Pablo Neruda

10- Filme uyarlanmış bir kitap: Pi'nin Yaşamı - Yann Martel

11- Bir çocuk kitabı: İnatçı Kediler - Samed Behrengi

12- Başlığında rakam olan bir kitap: İki Şehrin Hikayesi - Charles Dickens

13-  Klasiklerden bir kitap: Gülün Adı - Umberto Eco

14- Bilim kurgu türünde bir kitap: Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams

15- Nobel ödülü kazanmış bir yazarın kitabı: Kara Kitap - Orhan Pamuk

16- Daha önce hiçbir yazarını okumadığınız bir ülkenin yazarından bir kitap: Lizbon'a Gece Treni - Pascal Mercier

17- Pulitzer ödülü kazanmış bir kitap: Angela'nın Külleri - Frank Mc Court

18- Soyadı L ile başlayan bir yazarın kitabı: Bir Şehre Gidememek - Mario Levi

19- Okumadığınız bir yazarın öykü kitabı: Kuşlar da Gitti - Yaşar Kemal

20- En az 700 sayfalık bir kitap: Üç Silahşor - Alexandre Dumas

***

Tüm hedeflerimizi gerçekleştirebildiğimiz bir yıl olsun.

18 Aralık 2014 Perşembe

Saç Tedavisi Güncellemesi

Saç dökülmesi hakkında blog postu girerken, bundan şikayetçi bu kadar insan olduğundan haberim yoktu açıkçası. Yazıyı yazalı uzun zaman oldu, ancak en fazla yorum alan ve hala çok okunan yazılardan biri. "Şu anda ne durumdasınız?" soruları gelince, bir yazı daha yazmayı ve konuyu güncellemeyi gerekli buldum. Konuya fransız kalmamak için önce sizi eski yazıya alalım, eğer okuduysanız buradan devam edebilirsiniz.

***

Evet, yazıyı yazalı yıllar oldu ve "Hala mı saç dökülmesi?" diyebilirsiniz. Aslını isterseniz, saç dökülmesi bir anda olup biten bir şey, önemli olan o dökülmenin sonrasındaki yaraları sarmak. Yani, saçlar bir anda dökülür, yeniden çıkması, daha da önemlisi sağlıklı çıkması yıllar alabilir. Örneğin, bundan 5 yıl önce gür ve nispeten kalın telli saçları olan ben, şu an seyrek değil ama ince telli saçlara sahibim. Saçın yapısı değişiyor ve bu değişimin karşısında durmak gerekiyor. Nasıl mı? Daha önceki yazdıklarıma baktığımda, anlatımımı ben bile karışık buldum. O yüzden size, çok daha basit bir yol haritası çizeceğim, ben iyi sonuçlar aldım, aynısını sizler için de diliyorum.

1- Öncelikle ihtiyacımız olan, bir hormon testi. Bunun için gitmemiz gereken yer Endokrinoloji. Eğer hormonlarınızda bir sıkıntı varsa, ne yaparsanız yapın saçlarınız eskisi gibi olmaz. Bir hekime başvurun, yapmanız gerekenleri size o söyleyecektir.

2- Hormonlarda sorun yok mu? O zaman doğru Cildiyeye. O da size bir takım testler önerecek, ve bu testler demir&çinko odaklı olacaktır. Yetersiz beslenme, vitamin mineral eksiklikleri gibi durumlar saçları tahmininizden çok etkiliyor.

3- Bir önceki maddede de testler sorunsuz çıktıysa, geriye iki seçenek kalıyor. Biri maalesef genetik. Ailede de benzer dökülmeler varsa, sizin de aynı sorunu yaşamanız muhtemel. Ancak bu yüzden pes edecek değilsiniz, tıp ilerliyor ve yeni çözümler bulunmaya devam ediyor. Bu çözümlerden ilki Mezoterapi. Mezoterapi, ilaç tedavisine göre daha hızlı, ancak acı veren bir süreç. Mezoterapiyi, vitaminleri deriye direkt olarak enjekte etmek olarak kabaca açıklayabilirim. Yani kafa derinizden verilen vitaminlerin kana karışması daha çabuk olduğu için tercih edilen bir yöntem. Mezoterapi iki şekilde yapılıyor; biri iğne, biri de tabanca ile. İğne ile olanı tavsiye etmem, çünkü gerçekten acı veren bir yöntem. Tabancayı denemedim, iğneye göre daha dayanılabilir olduğu söyleniyor. Bir diğer çözüm ise PRP. Daha çok erkeklerde kullanılan bu yöntem, vücuttan alınan kanın yine kafanıza enjekte edilerek hücrelerin uyarılmasıyla yapılıyor. Bunun da iyi bir çözüm olduğu söyleniyor, yine denemediğimi belirtmem gerek. Bir de hepimizin bildiği saç ektirme yöntemi var, bunun da genelde ölü hücreler üzerinde işe yaradığını biliyorum.

Sorun genetik değilse, çoğu hekim sıkıntının psikolojik olduğuna kanaat getiriyor. Kan ve hormon testlerim normal çıktığı için, doktorum bana bunun üzerine bir tedavi verdi. 11 aydır tedavisini uygulamaktayım, ve sonuçtan oldukça memnunum. Tedavi, ilaç, şampuan, sprey ve yağ karışımını kapsıyor. İlk üç ay, Shen Min Bayan Tablet, Lustral anti-depresan (50 mg), Biotin şampuan ve Bephantol-Evigen-Badem yağı karışımını kullandım. İkinci ve üçüncü üç aylık süreçte, Shen Min tablet yerine Xpecia tablet kullandım, şampuan ve spreyine devam ettim, yağ karışımını gün aşırı uyguladım. Şu an dördüncü üç aylık dönemdeyim, ilaç kullanımını kestik, Lustral, Biotin şampuan, Sprey ve yağ karışımıyla devam ediyorum. Bir yıl öncesine kadar saçlarım gözle görülür şekilde canlandı, artık daha dolgun ve teller eskiye göre kalınlaştı. Yağ karışımı hariç, kullandığım ürünlerin hiçbirini tavsiye edemem, çünkü hepsi reçeteli ve kişiye özel verilmiş tedaviler. Yağ karışımı bitkisel olduğu için uygulayabilirsiniz, onda sıkıntı yok. Sorun psikolojikse, cildiyecilerin belli anti-depresanları yazma yetkisi var, ama bunları ağır ilaçlar olarak düşünmeyin. Yine kişiden kişiye değişir ama, yaklaşık 1-2 hafta sonra günlük hayatınızı etkilemeyecek ilaçlar hepsi.

Benim durumum bu şekilde. Başka sorularınız olursa yorum kısmına yazmaktan çekinmeyin, yardımcı olmaktan mutlu olurum.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Tatev Manastırı - Ermenistan

Ermenistan'a nasıl -ve neden- gittiğimden, neler yaptığımdan daha sonra söz edeceğim. Ama önce, sizi bu küçük ülkenin güneyine, 2014 yılında bile insana kendisini Ortaçağ'da hissettiren Tatev manastırına götüreceğim.

***

Cumartesi sabahı, Ermeni arkadaşlarımızın "Soğuk olacak, sıkı giyinin" uyarılarıyla çıkıyoruz Erivan'dan yola. Bu iki hafta süresinde, beraber çıkacağımız son uzun yolculuk. Gideceğimiz 280 kilometrelik bir yol ama, dağlık ve bozuk yollardan gidişimiz 5 saati buluyor.

Yol üzerinde küçük, fakat Ermenistan'ın en güzel şaraplarının yapıldığı Areni kasabasında duruyoruz. Ermenistan'daki çoğu görüntü gibi bu da tanıdık, yol kenarında tezgah açmış, doğal ürünlerini satan teyzeler var. Ev yapımı şarapların yanı sıra, cevizli sucuklar (evet o da bizdekinin aynısı), fındıklar, reçeller, kısacası Anadolu'da seyahat ederken, yol kenarındaki tezgahlarda ne görüyorsanız, aynısı. Midemizi ve ceplerimizi teyzelerin ikramları ve satın aldıklarımızla doldurduktan sonra yola koyuluyoruz; günler artık kısa, yolumuz uzun.






Öğle yemeğine Tatev'e yetişiyoruz. Şehirden kırsala, her kesimde olduğu gibi burada da yemekler değişiyor. Her şey daha doğal, aromalar daha baskın. Hava uyarıldığımız kadar soğuk değil, biraz da öğleden sonra güneşinin, son sıcakların etkisi var. Her yemek sonunda olduğu gibi "Çay, kahve ne alırsınız" sorusu soruluyor, Türkiye'deki çayı bulamamanın verdiği kabullenmişlikle o kadar doğal bir şekilde "Surç!" diyorum ki garsona, yanımda oturan Ermeni arkadaşım gülüyor. Köpüksüz ve az telveli kahvemi alıp dışarıdaki masalardan birine oturuyorum, güneşin ve manzaranın tadını çıkarmak için.

                                                         Tatev'in kanatları: Teleferikten görünenler.

Yemek sonrasında biletlerimizi alıyor ve kendimizi Tatev'in kanatlarına, dünyanın en uzun teleferiğine atıyoruz. Gökyüzü şimdilik bizimle, bir sis bulutu yolda ama karşıya geçmemize, geçerken etrafı izlememize izin verecek gibi. Yüksekten korkan biri olarak elbette çekiniyorum, bir de dünyanın en uzun teleferik hattı diye bir iddia var ki, yenilir yutulur cinsten değil. Ancak manzara o kadar güzel, fonda o kadar tatlı bir müzik eşliğinde tanıtım kaydı dönüyor ki, gevşiyorum. Masal teleferiğe bindiğimiz anda başlıyor zaten, tam altımızda küçük köyler, otlayan hayvanlar, bol kıvrımlı yollar ve alabildiğine yeşillikler var.

Bir uçtan diğer uca, saatte -yaklaşık- 35 kilometre hızla, 15 dakikada geçiyoruz. Normalde araba ile çok daha uzun sürede kat edeceğimiz yolu, 5,7 kilometre uzunluğundaki teleferik hattıyla son derece keyifli bir şekilde alıyoruz. Yolun sonuna doğru, Tatev manastırı sislerin ardından yakınlaşmaya başlıyor, yakınlaştıkça daha masalsı bir hal alıyor.





Teleferikten indiğimiz noktada yine köylü teyzelerin tezgahları var. Bu sefer dağdan toplanmış otlar oluşturuyor çoğunluğu. Tezgahlardan ilerleyerek manastırda alıyoruz soluğu. Burası baştan aşağı tarih, ve yazının başından beri söylediğim gibi, bir masalın parçası sanki. Manastırdan çok kompleks olarak adlandırılan Tatev, dokuzuncu yüzyılda inşa edilmiş, yeni yapıların eklenmesi ondördüncü yüzyıla kadar sürmüş. Ortaçağ boyunca en önemli ruhani merkezlerden biri olan Tatev kompleksi, aynı zamanda bilimin de merkezi olmuş bünyesindeki üniversite ile. Sırasıyla 9, 11 ve 14.yüzyıllarda inşa edilen üç kilisenin yanı sıra, bir de sallanan sütun var ki, depremleri ve manastıra saldırıya geçen düşmanları algılamasıyla oldukça ünlü.







Manastır deyince sadece kiliselerin bulunduğu bir alan olarak düşünmeyin, Tatev başlı başına bir yaşam alanı aslında. İnsanı hayrete düşürecek sığınakların, kaçış noktalarının yanı sıra, -bana göre- en ilginç kısımlardan biri de yağ üretim ünitesiydi. O dönemin insanları, teknoloji olmamasına rağmen müthiş bir düzenek oluşturmuşlar, öyle bir düzenek ki, günümüzde bile anlaşılması zor olacağından, nasıl yapıldığına dair temsili bir videolu anlatım bile var.



Döneme ait bulunanlar, sergileniyor.


Sisin bastırmasıyla manastır, daha da mistik bir hal alıyor. Havanın değişimini bir yandan talihsizlik olarak görsem de, diğer yandan Tatev'i her haliyle görmek hoşuma gidiyor. Kışı sevmeyen ben bile, kar yağdığında burası nasıl olur diye düşünmeden edemiyorum.





İyiden iyiye bastıran soğuk ve akşamın gelmesiyle, dönüş yolu için tekrar teleferiğe gidiyoruz. Bu sefer gidiş kadar şanslı değiliz, bir sis bulutu içinde geçiyor dönüş yolculuğumuz. UNESCO Dünya miraslarından biri, ve Ermenistan'ın turizm alt yapısını geliştirmesi beklenen Tatev manastırına böylece veda ediyoruz.


Fotoğraflar: Aykut Güngör.
Özellikle ona teşekkür ediyorum, onun fotoğrafları olmasa, hiçbir görsel bu yazıyı bu kadar destekleyemezdi.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Mayıs, Gündem ve Yazar Kilitlenmesi

5 yılı aşkın süredir, bazen istikrarlı, bazen istikrarsız yazdığım bu blogda, satır aralarından -veya blog arşivinden- görebileceğiniz gibi, en sevdiğim aylardan biridir Mayıs. Hem en sevdiğim mevsimin başlangıcı olması, hem de bana yazma isteği veren bir ay olduğu için severim Mayıs'ı. Dediğim gibi, blog arşivime baktığınızda en çok yazı girdiğim ayın Mayıs olduğunu görebilirsiniz.

Bu Mayıs'ta ise kelimelerim tükendi. Mayıs 2013'te blogum için kendime bir söz vermiştim; gündemden bahsetmek yerine zamanın dışında kalacaktım. Gerekirse susacaktım ama gündem yazmayacaktım. Gündem yazmaya ne gücüm var çünkü, ne de kelimelerim. Zamansız yazılar yazmayı ilke edindim kendime, her zaman okunabilecek, biri Google'da arattığında karşısına çıktığında, yazı o gün yazılmışcasına orada olacaktı. Ben de bu yüzden, sustum. Yaşadığımız her olaya sosyal medyada reaksiyon göstermezsek eksik hissettiğimiz bugünlerde, biraz da kelimeler kifayetsiz kaldığı için sustum. Hala buraya neşeli neşeli yazacak durumda değilim, çok büyük ihtimalle bütün bir yaz boyunca boş bulunup güldüğüm her an suçlu hissedecek, utanacağım. Ama yazmadan olmuyor işte. Bir kere alıştın mı, yazmazsan boğulacak gibi oluyorsun. Bir de, yazmak isterken yazamamak var ya, o en kötüsü. Yazar kilitlenmesi demişler adına, literatürde Writer's Block olarak geçiyor. Kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş ama, ben de yazar kilitlenmesine birkaç naçizane öneride bulunup gideceğim, belki birilerinin bir işine yarar.

- YAZMA: Benim en çok uyguladığım yöntem bu. Baktın yazamıyorsun, yazmayacaksın. Zorlamanın bir anlamı yok. Diğer yandan, kağıda/ekrana yazmıyor oluşumuz yazmadığımız anlamına gelmez, aklımızda sürekli bir şeyler yazıyoruz aslında.

- İSTEDİĞİN SORUDAN BAŞLA: Katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesinde, "Bildiğin yerden anlat" diye bir çözüm önerisi gelmişti. En kolay ne anlatabiliyorsanız onu anlatın. Süslü cümlelere gerek yok, zaten en süslü cümleleri istediğimiz için zorlanmıyor muyuz?

- EGZERSİZ: Yine başka bir yazarlık atölyesinde öğrendiğim yöntem. Anlatmak istediklerinizi ufak bir liste yapıp (tercihen haftalık/aylık) günün belli saatlerinde, belli sürelerde yazın. 10 dakika bile olsa, günlük düzenli olarak yazmak, kaleminizdeki düğümü çözüyor.

- OKU / İZLE: Benim en çok uyguladığım yöntemlerden biri de bu. Ne zaman yazacak iki cümle bulamasam, kendimi okumaya veriyorum. İyi bir okuyucu değilseniz, iyi bir yazar olamazsınız. Bugüne kadar yazdığım her anlamlı cümleler bütününü okuduğum kitaplara borçluyum.Her ne kadar iyi bir okuyucu olduğumu iddia etmesem de, ondan çok daha berbat bir sinema izleyicisiyim, ama zaman zaman film izlemek bana da çok iyi geliyor, yaratıcılığı arttırıyor.

- BİRİKTİR: "Biriktirmek" benim kullandığım bir sözcük, ne zaman yolculuğa çıksam, yeni insanlar tanısam, yeni yerler görsem, yeni şeyler keşfetsem, o anıları biriktirdiğimi, ve bütün bunların benim yazımı etkileyeceğini düşünürüm. Her zaman yaptıklarınızın, normalin dışına çıkmak iyi gelir, yazacak/söyleyecek şeyler artar.

- İLHAM BEKLEME: Evet belki de yaptığımız en büyük hata bu. İlham gelebilen bir şey değil maalesef. Mario Levi bir söyleşisinde, yetenek ve ilham diye bir şey olmadığını, iyi yazmanın ancak çalışarak olacağını söylemişti. Bu gerçekten önemli bir nokta, yeteneğine güvenmek veya yolunu gözlediğiniz bir ilham perisine bel bağlamak hiç de iyi bir yöntem değil. Eh, fikir benden değil ünlü bir yazardan geliyor, değerlendirmeye alın derim :) Kendisini dinledikten sonra yazmaya bakış açım oldukça değişti diyebilirim. Ne yetenekli olduğumu düşünüyorum, ne de ilham perilerim var. En önemlisi de, yazmanın bir disiplin işi olduğunu kavradım.

***

Yazar kilitlenmesine dair çözüm önerilerim şimdilik bu kadar. Buruk olmayan başka günlerde, yazılarda buluşmak üzere.

25 Nisan 2014 Cuma

Postcrossing ve Koleksiyon Yapmak Üzerine

Hobileri olan insanlara bayılıyorum. Spor yapmak veya bir enstrüman çalmak elbette ki güzel şeyler, tabi yetenekliyseniz. Ancak benim en çok sevdiklerim ve saygı duyduklarım koleksiyonerler. Postcrossing hayatıma girdiğinden beri, koleksiyon yapanları daha iyi anlamaya başladım. Orada tanıdığım çoğu insan, bir şeyin peşinden tutkuyla giden, hayal gücü geniş ve naif insanlar. Bu anlamda Postcrossing, sadece kartpostal değil, envai çeşit değiş tokuş yapmak için fazlasıyla müsait bir ortam. Çünkü karşındaki insan da, hiçbir şey olmasa bile kartpostal biriktiriyor. Ve yine o insan, hele Türkiye'deyse, kartpostal satın almak istediğinde, veya postane memurundan pul istediğinde tuhaf bakışlara maruz kalmaya alışkın. O yüzden, koleksiyoncunun halini anlıyor.

Yine Postcrossing sayesinde, çok tatlı bir Alman çift tanıdım. Herkese nasip olmayacak büyüklükte, harika bir koleksiyona sahipler; şişe kapakları biriktiriyorlar. Evet, bildiğiniz gazoz, kola, soda, bira kapaklarını biriktiriyorlar, hem de dünyanın her yerinden. Elbette Postcrossing koleksiyonlarını genişletmekte büyük katkı sağlamış, bu sayede hiç gitmedikleri ülkelerden sayısız şişe kapağı edinmişler, buna Kuzey Kore dahil.

kaynak/source: http://www.postcrossing.com/blog/2013/12/16/postcrossing-spotlight-andrea209-from-germany

Fotoğrafta gördüğünüz bu çiftin evinin duvarları. Kapakları ayrı ayrı, türlerine ya da ülkelere göre görmek isterseniz, hepsini web sayfalarına yüklemişler. Bu duvarları görünce ben de dayanamadım ve kendilerine koleksiyonlarına ufak bir katkı sağlamak istediğimi söyleyen bir mail attım. Adreslerini aldım ve ellerinde olmayan 5 tane kapağı posta yoluyla kendilerine yolladım. Böyle bir koleksiyonun parçası olmak, ufacık bir desteğimin olmasını bilmek bile mutluluk verici. Bir seferliğine yolladım bitti derken, Andrea'nın bana kapakların ulaştığını bildiren teşekkür mailini aldıktan sonra içtiğim her şeyin kapağına bakmaya başladım, "Acaba bu ellerinde var mıdır?" diye. :) Şimdi ikinci postayı hazırlamak üzereyim, bir yerde birilerini sevindirdiğimi bilmek çok güzel.

Andrea ve Andreas'ın web sayfasını görmek isterseniz, link burada.

9 Mart 2014 Pazar

Geçmişten Gelen Mektuplar

Tembel sokakkedisi'nden herkese merhaba! Evet yokum buralarda, ayda bir yazıyı zoraki yazıyorum bazen. Yazmıyor oluşum elbette okumadığım anlamına gelmiyor. Yazamayışımın tek tesellisi de okuduklarım aslında. Çünkü bazen hepimizin ara vermeye ihtiyacı oluyor. Verilen aralar da en güzel okuyarak değerlendiriliyor.



Geçtiğimiz ay, çok tatlı, çok naif mektuplar okudum. Normalde mektup pek tercih etmediğim bir tür olsa da, hayatın içinden ve sevdiğim kalemlerden olunca, almadan edemedim. Bunlardan birincisi, Yapı Kredi Yayınları'nın Orhan Veli'nin 100.yaşı dolayısıyla çıkarmış olduğu, Yalnız Seni Arıyorum - Nahit Hanım'a Mektuplar kitabı idi. Bilenler bilir, Orhan Veli'nin "Ben Orhan Veli..." diye başlayan şiirinde; "Bir de sevgilim vardır pek muteber; ismini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun" dediği dizeleri vardır. İşte Nahit hanım, o dizelerdeki sevgilinin ta kendisiymiş.

Şiirlerindeki hem neşeli hem hüzünlü Orhan Veli'nin aksine, mektuplarında daha çok hüzünlü Orhan Veli'yi görüyoruz. Yaşadığı maddi sıkıntıların boyutu, Nahit hanıma olan aşkı ve hatta bildiğimiz şiirlerin ilk hallerini de kitapta bulabilirsiniz. Erken ölümünü de hesaba katınca, insanın içini gerçeken acıtan bir kitap. Orhan Veli sevenler ve kolleksiyonerler için, bir de eski Türkçe ile yazılmış, mektupların orjinalinin de yer aldığı özel bir baskısı var.

Orhan Veli'nin hemen ardından, bu sefer Sabahattin Ali'nin mektupları geçti elime, yine Yapı Kredi Yayınları'ndan, Canım Aliye, Ruhum Filiz kitabı. Bu kitapta da Sabahattin Ali'nin Aliye hanım ile nişanlılık döneminden, evliliklerine, kızları Filiz Ali'nin doğumu ve sonrasına kadar ayrı geçirdikleri sürelerde yazılmış mektuplar var. Nişanlılık dönemindeki coşkulu mektupların yerini, bir zaman sonra hapishanede geçen, ayrı kaldıkları zamanların hüznü ve kızı Filiz'e olan özlemi ve ona mektupları yer alıyor.

Canım Aliye, Ruhum Filiz'in Yalnız Seni Arıyorum'a göre tek farkı, mektupların orjinallerini normal baskıda görebiliyor olmamız. Aliye hanıma yazılan eski Türkçe mektupların yanı sıra, Filiz'e yazılmış mektuplar Latin alfabesi ile mevcut. İki tane çok sevdiğim, erken yaşta kaybettiğimiz şair ve yazarın mektuplarını okumak, onları daha yakından tanımamı sağladı. Yazının başında belirttiğim gibi, mektupların hepsi için söylenecek tek bir kelime var; naif. Mektuplaşmayı çok seven biri olarak, edebiyatın en önemli isimlerinin mektuplarını okumak benim için çok değerliydi.

Mektupları saklayanlara, yayına hazırlayanlara ve elbette Yapı Kredi Yayınlarına, tüm bu nedenlerden ötürü teşekkür etmek isterim.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...